28 Ocak 2011 Cuma

Ankara'ya Aşık Olmak Zor İki Gözüm

Bahçeli'nin dar, karanlık, eski ama samimi sokaklarında yürümek. Tunalı'da alışveriş yapmak. Bestekar'da dostlara rastlamak. Park Caddesi'nde içip içip dağıtmak...

Ankara'yı bilmeyenler için Ankara bunlardan ibaret. Ha bir de belki AVMlerde gezip tozmak. O kadar. Daha ne bekliyordunuz ki bu memur şehrinden. @06melihgokcek sağolsun, otobüs servisleri ve hatta saat 11'den sonra toplu taşıması yoktur Ankara'nın. Denizi yoktur, çayı bile yoktur Eskişehir gibi. Boklu bir iki gölden ibarettir suya dair her şey. Trafiği berbattır, kimsecikler sinyal vermez. Karı berbattır, okullar asla tatil edilmez. Boklukları da saymakla bitmez.

İstanbul'la karşılaştırılır hep, gönüllerin iki başkenti olmanın kapışmasıdır bu. Yanlış anlama, bahsettiğim neo-osmanlıcılık gibisinden bir karşılaştırma değil. Hani İstanbul'un Topkapı'sı varsa Ankara'nın da Eski Meclis'i vardır ya, onları karşılaştırmak yersiz işte. Şairler en güzel yanı İstanbul'a dönüşü derler mesela, böyle karşılaştırırlar.

Oysa ben şiirleri değil, onlara notalarla anlam katılmış şarkıları severim. Ankara'da aşık olmak zor iki gözüm derim. Öyledir de, yakışıklı adam yok ayol koca şehirde.

Ama şarkılar kadar anılarımı da severim. Her mayıs başında çimlere uzanıp dostlarımla kaldığım yerden sohbete devam edebilme lüksü vardır mesela benim Ankara'mın. Mezunlar gelir, merak eden ziyaretçiler gelir, öğrenciler gelir ve her Allah'ın günü açık olan masmavi hava gider, yerine yağmur bulutları gelir. Sahi nedir her mayfest zamanı Mikail'den çektiğimiz?

7'de avare avare dolaşmalarım gelir gözümün önüne. Amaçsız sokak turlamaları. Ya da maç kutlamaları. Takımı kaybetmesine rağmen gururla dattiridatdat diye ortalıkta bağıran 3 genç. Hatırladın mı Tuğçe'm? :) Mango'su gelir mesela, 7 bir anlamda Mango'dur benim için. Sahi bilir misiniz 7'deki Mango Outlet'de bu sene  satılanları 2 yıl sonra göreceğim Taksim'de. Öyle de bi güzelliği vardır. Hala nerenin olduğunu bilmediğim o yemyeşil bahçenin önünde servis beklemelerim. Sevdiklerimle bir evde sabahlamanın keyfi. Bi erkeğe ilk ağda yapışımda çektiğim işkence :) Bunlardır benim için Bahçeli ve 7. Anılarımdır. Ah bir de oynanan Batakları unutmamak gerek. Sonracığıma Leman'da salıncakta sallanmaları. El Paso'nun happy hourları. O bufallo sosun orjinaliyle aynı lezzeti.

Sonra Tunalı gelir aklıma. Bu şehire ilk yerleştiğim gece hiç tanımadığım kızlarla taksiye doluşup gittiğimiz Karum. Aşağılara doğru Turunç'ta en sevdiğim İzmirliyle kahve içişim. Kuğulu Park'ın kuğuları. En rezalet ama en eğlenceli yılbaşım. Pasajları talan edişlerim. Aynı sokakta bana Marks&Spencer, Koton ve Mango'yu gezmenin keyfi, hem de açık havada! Ve arkasından patlatılan bir kahve. 10 yaşından sonra beni tekrar Mc'Donalds'a sokabilen o alkol sonrası açlık hissi. Az kalsın unutuyordum, Murphy's de kuantum tartışmaları ve çekim yasası, unutmaz değil mi İko? :) İsmail Abi'nin muhteşem sucuk ekmeği. Arabayı her park edişte dibinde biten ama yaptığı işten de bir halt anlamayan sümüklü velet. 

Yukarıyı da saymak gerek. Arjantin, Filistin. Ankara'da feraye yiyebilmenin keyfi. Uzun uğraşlar sonucu ulaşılan karaoke bar ve dünyanın en tatlı pembe eteği. Big Chefs'te ete doymak. Las chicas, Ivy, Kuki, Cafemiz. Ordan Filistin; Tribeca, House Cafe, Kitchenette, Meet. Filistin'e kadar gelmişken Köroğlu'ndan, Nenehatun'dan, Reşit Galip'ten bahsetmemek olmaz. Az mı eller havaya yaptık Salata'da, az mı adam kestik Satsuma'da. Biraz aşağısı Esat ve Aspava'lar. Gece içilen çorbalar, yenen soslu soğanlılar. Üzerine de yak bir uzun Marlboro, en kırmızısından. Müessesenin ikramı.


Yukarıya çıkmışken aşağıya da inmeli. Bestekar demeli, Tunus demeli. Corvus'taki exchange partilerinden bahsetmeli. Otantik'te kıtır tavukludan bahsetmeli. Hayyami var mesela, ilk sevgiliyle ilk akşam yemeği, ilk şarap, ilk romantizm. Yerfıstığı vardı eskiden, pijamalarla gidip ölümüne dans edebileceğin paspallıkta ve bir o kadar da sevimli. Tribeca kahvaltıları. Market'in önünde her yaz gecesi sokakta demlenen gençlik. Kuruyemişçinin merdivenlerinde içilen ön demlenme malzemesi ucuz Angora şarapları. İş, aş, Haydar Baş! Kebap 49 önünde insanları beklemenin keyfi ve geri dönüşte yine aynı yerde dünyanın en muhteşem nohut pilavı. Locus Solus'ta keyifli ders çıkışı içmeleri. Nada ve Flat'in muhteşem kokyetlleri. Cosmo ile kafayı bulup Tint'ten bi çimdik tuz istemeler. Şeften gönderilen tabak tabak meyveler ve Mali'nin şahane ötesi göt oluşları :) Değnekçi terörüyle baş etme metodları. Şinasi sahnesinde Haluk Bilginer'i izleme keyfi. Durakta it gibi titreyerek, sıcacık yatağın hayaliyle servisi beklemek. Okşan ve egzantrik exchange arkadaşları ile saçmalamak :)




Bu kadar mı sandın Ankara'yı? Daha bunun Narquilla'nın bahçesinde nargile keyfi, Shot&Bite'daki transparan gömlekli şarkıcısı, fındık vodkanın inanılmaz lezzeti var. Kız kıza eğlenceden sonra gece yarısı yağmurun altında donuna dek ıslanmak. Uno oynarken yan dairede çıkan yangın. Evet, evet İlknur en boktan görünen ama en çok güldüğüm anılarım da seninle :) Dablyu var sonra, ilk açıldığında kimsenin adını yazamadığı. Transeksüel dansçılardan korkan sevgilinin çaresiz bakışları...


Ve ömrümün geçtiği yer; okulum, evim... Bilkent'im. Hocalarla içilen rakılar, kahveler ve hatta bakılan fallar. Hiç tanımadığın dedelerini İlhan Dede'de bulabilmenin lüksü. Kampüsün cazgır kedileri ve çığırtkan köpekleri. Lojmanlardaki teraslarda sevgiliyle el ele Ankara'yı izlemenin lezzeti. Sözeri'de zehirlenme riskine rağmen yoğurtlu soslu İnegöl'den vazgeçememek. Patik'in tasmasını bahçede çözebilmenin güven veren coşkusu. 76'nın önünde karlarda debelenmek, 10 kişi tren misali çimlere uzanıp sadece saçmalamak. Mozart'ta sabahlamak, spor salonunun merdivenlerinde fingirdeşmek. Eşofmanın altına Louboutinleri çekip Magellan'da şarabın dibine vurmak. Mezalluna'da burchetta, Kyma'da beğendili tavuk, Biber'de chicken&chips. Anne eli değimiş yemekleri Sokak 1 ve Sofa'da bulabilmek. Esperanza'da, MSN'de kumarbazın önde bayrak sallayanı olmak. E tepesinde, 3'te arabayı çekip manzaraya karşı flörtleşmek, içmek, bağırmak. Bitmek bilmez Altın Evin kapı kolları bile altınmış, çalsak mı geyikleri. Odeon konserlerine küfredip Doğudaki konserleri özlemek. Gecenin bir yarısı Shell'e yürümek. Çorba kasesinde nescafe içip 3 saat boyunca gülmekten ders çalışamamak. Balkona gelip duran kuşlar ve bir evde mülteciler gibi 30 kişi yaşamak. Sana diyorum Gül, tanıdık geldi mi bunlar :)


Ve daha sayamadığım niceleri. "Laila kapalıdır bugün siz Gölge'ye gidin" diyerek konsept anlayışını konuşturan taksici amca, seni hiç unutmadım mesela. Kapıda kaldığım için parmaklıklardan erkek yurduna beni sokan Çağdaş ve bilimum aşk sorunları. Sizleri de unutmadım :) Mogan Gölü'ne çay içmeye giderken Gölbaşı'na gidişimizi de, Belçikalının Yeri'nde yediğimiz efsane yemekleri de unutmadım.

Velhasıl kelam, Ankara gri, sönük, sıkıcı, boğucu ve keyifsiz bir memur şehri. Anılarıyla, kahkahalarıyla, gözyaşlarıyla baktığındaysa rengarenk, canlı, eğlenceli, özgürleştirici ve çooo...k keyifli bir memur şehri.  Ankara'da aşık olmak değil de Ankara'ya aşık olmak zor iki gözüm ve ben giderken gençliğimi bırakıp gideceğim. Bunu Ankara'ya sadece çalışmaya, okumaya, iş halletmeye gelenler anlayamaz, yaşamaya gelenler anlar ancak. Benim gibi İstanbul'u bırakıp gelseler bile...

16 Ocak 2011 Pazar

Arena da Aslan Harcamaya Çalışan Gladyatörler

Eski zamanların futboludur Gladyatör dövüşleri. İnsanların kafasından yaşadıkları geçim sıkıntılarını, devlet erkanı arasında dönen entrikaların sokağa yansıyan dedikodularını, haksızlıkları unutturur; ve devleti böylesine bir şov hizmeti sunabildikleri için yüceltirdi. Tıpkı günümüzün futbolu gibi, sadece biraz daha küçük kitlelerin afyonuydu dövüşler.

İşte bu sebeple Galatasaray gibi her fırsatta bu milleti onurlandırmayı başarmış, kimi zaman ülkemizin temsiline diplomatlardan çok fayda sağlamış, sporun her alanında dünya lideri olmayı kafaya koymuş bir takımın stadyumuna Arena adı verilmesi sadece manidar değil, aynı zamanda mesaj kaygılıdır da zira malum, dünyanın en yetenekli gladyatörleri bile Arena'da aslanlara yem olmaktan kurtulamamıştır.

Dün gece de, yine bu ve benzeri mesajların barkovizyon gösterileri ile empoze edilmesiyle başladı. Tepkili miyim? Asla. Klüp inanılmaz güzel gösteriler hazırlamıştı, her organizasyonda olabilecek ufak tefek aksaklıklar dışında hiçbir sorun yoktu. Hatta bugünkü yazımda eleştiri namına yazabileceğim tek şey; stadın aslında %100 değil, %90 hazır olmasıdır diyordum ki...

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın stada teşrif ettiği anonsu duyuldu. Islıklayan da vardı, alkışlayan da. Diğer tribünlerden nasıl duyulmuştur bilemiyorum ancak benim oturduğum yerde ıslıklama ve yuhalamalar, alkışlamalara denk nitelikteydi. "Hayır canım saygısızlık edilmiştir" diyenlere Ajax ataklarında yapılan demoralize amaçlı ıslık ve yuhalamaları hatırlatırım, ne akustikmiş arkadaş resmen sesin fiziksel baskısını beynimde hissettim, mengeneyle sıkıştırılmışcasına. Kısacası başlangıçta yapılan protesto içerideki insanların %100ünü kapsayan bir protesto değildi, %20 bilemedin %25 oranındaydı ki Hakan Şükür sonrası cemaatçi tayfanın gözbebeği haline gelen bir klüp için gayet normal bir orandı.

Derken TOKİ'nin hazırladığı video gösterilmeye başlandı. Lütfediyormuşcasına kurdela üzerine kurdela kesen bir başbakan portresi çiziliyordu ve işte böylesine güzel bir açılışın siyasete malzeme edileceğinin ilk sinyalleri orada alındı. Babamın biletiyle gittiğim için oturduğum tribündeki yaşlı oranı çok fazlaydı zira etrafımız klüp üyeleriyle doluydu ve çoğunluğu Galatasaray mezunu olan, 40 yaş üzeri bu insanlar bile yuhalamasa da "nıç nıç nıç" sesleriyle tepki göstermeye başladı. Haklılardı da, futbol dostluk, futbol kardeşliktir diye senelerce taraftar kavgalarını engellemeye çalışan devlet, resmen hükümetin piyonuymuşcasına gövde gösterisi yapıyordu. Yine de protestoların genel oranı en fazla %35, %40 seviyesine tırmanmıştı ki...


Toki başkanı Erdoğan Bayraktar konuşmasına başladı. En rütbeliden, rütbesize doğru sıralama yaptığı bir hitapla başlayan konuşma gözümüze normal görünmüştü, dinliyorduk. Birden kulaklarımdan şüphe etmeye başladım "Galatasaray Klübü gemişte ASY konusundaki kira yükümlülüklerini yerine getirmemiş..." ifadesini duyduğumda aptallıkla yalakalık arasında hiçbir sınır bulunmadığına kanaat getirdim. İşte bu cümle sadece klübü değil aynı zamanda daha yeni vefat etmiş, taraftarın gönlünde taht kurmuş Özhan Canaydın'ı da eleştiriyordu, klübün ve taraftarın bir başbakan uğruna harcanabilir olduğunun altını çiziyordu. Sonrasını çok net hatırlayamıyorum, bir ağız dolusu küfür ettim yanımda babamın olmasına aldırmayarak. Trafikte bile en fazla "salak" diye bağıran babamın cinsel yetilerine dair ağır küfürler ettiğini duydum, etrafıma baktığımda bütün o ağır davranması gereken, yaşlı üyelerin ayağa kalkmış ağız dolusu sövdüğünü gördüm. Bir yandan Ultraslan, konuşmayı piç etmek adına alakasız tezahüratlar etmeye başladı, öbür yandan Bayraktar sesini duyurabilmek için bağırmaya başladı ve konuşmanın ortalarına gelindiğinde içeride oturanların yarısı dışarıya sigara içmeye çıkmıştı o rezilliğe daha fazla katlanmamak için.


Kendisi de Galatasaraylı olan, TOKİ başkanlığı gibi bir mertebeye gelebilecek niteliğe sahip bir adamın o laflar karşısında en aristokrat insanın bile belden aşağı küfürler edebileceği noktaya geleceğini tahmin etmiyor olacağı düşünülemez. Bunu saf ve naif bir biçimde başbakanı savunmak olarak görmek, oradaki taraftara hakarettir. Tıpkı Davos olayında olduğu gibi "bakın başkanınız bile çıktı özür diledi sonrasında" demek ise artık naiflik bile değil, geri zekalılıktır kimse kusura bakmasın. Taraftar orada siyasi bir tepki değil, güzel bir gecenin siyaset ile ilişiklendirilmesine bir tepki göstermiştir. Osuruk bile siyasidir ancak bir stadyum açılışını hükümet propagandası haline getirmek de yüzsüzlüktür, densizliktir, klübe ve taraftara hakarettir.

Görüyorum ki bazı aklıevveler "ya ne olacağdı benim vergilerimle yapıldı" orası diyebiliyor. Onlara ASY arazisine yapılacak AVM'den kimlerin fayda sağladığını hatırlatmak dahi istemiyorum. Muhatap aldıklarımın zeka seviyesinin bu derece düşük olabileceğini ihtimaller dahilinde tutmak şahsıma hakaretim olur. Hatırlatmak istediğim tek şey şu; o stadyum uluslararası arena da senin gurur kaynağın olacaktır. Nasıl ki UEFA kupası finali Şükrü Saracoğlu'nda oynandığında Fenerli olsun ya da olmasın bütün ülke bununla gurur duyabilme yüceliğini gösteriyorsa, Dünya standartlarına uygun olarak yapılmış bir başka stadyum da bu ülkenin milli gururu haline gelmelidir.

İşte bugün insanlar stadyum içerisinde henüz çalışmayan plazma televizyonları, maç çıkışında 40bin kişinin 2bin, 2bin metro ile bilmemkaç seferde izdiham altında evine gitmesini, telefonların çekmemesini, kokteylde sunulan patlıcan kızartmasının lezzetsizliğini konuşmak yerine açılışın nasıl siyasete alet edildiğini konuşuyorsak bu açılışı yapanların terbiyesizliği ve basiretsizliğidir. Açılışta böyle bir rezalet yaşanmasına rağmen basın bunu oğru düzgün yazamıyorsa; bu hükümet yalakalığının ve hükümet korkusunun tavan yaptığı anlamına gelir. Galatasaraylı ya da değil, bu ülkede yaşayan her vatandaş bu durumdan rahatsız olmalıdır, olabilme basiretini göstermelidir.

Ben rahatsızım, o stadyumu başbakan açtığı için değil, etrafında bulundurduğu yalakaların o açılışı siyasi bir şova dönüştürme çabasından rahatsızım. Basının bunu açık açık yazmak yerine örtbas etmesi yavşaklığından rahatsızım. Henüz devir işlemlerini bitmemesinden, stad etrafında doğru düzgün ulaşım olmamasından, dolayısıyla dün gece yaşanılanların faturasının ileride oraya gitmeye çalışacak her vatandaştan acı acı çıkarılabilme ihtimali olmasından rahatsızım. Bu ülkede neredeyse bir asırdır; hükümet ile devlet arasındaki ayırımın yapılamamış olmasından rahatsızım. Stadyumdaki herhangi bir taraftar gibi düşünmek yerine oraya başbakan tarafından atanmış memur kimliğiyle gidebilen TOKİ başkanından rahatsızım. Nüktedanlıktan zerre anlamayan, kendisini sevmeyenlerin bile gönlünü kazanmak çabası yerine partisinin ve kendisinin reklamını yapmaya çalışan başbakandan rahatsızım. Bana geceyi zehir eden herkesten, her şeyden rahatsızım!




kendi çekmediğim resimler için twitter'dan ftw1905 mahlaslı arkadaşımıza teşekkür ederim.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Cartel Bir Numara En Büyük Pazardan Çıkan Çılgın Teyze!

Moda deyip geçmeyin, sokakta rezil de olmanızı sağlayabilir vezir de. Üzerinde hiçbir baskı ya da desen bulunmayan V yakalı pamuklu bluz ve kesimi vücudunuza oturan bir kot giydiğinizde, sadeliğin içindeki şıklığı nasıl da yakalarsınız, değil mi? İşte o yaşınıza ve bedeninize uygun giyinebilme yetisidir sizi vezir yapan. Peki ya rezil yapan?

Beş dakika kadar önce gördüm, 50'li yaşlarda görünen klasik Türk tipi bir amca düşünün. Mokasen ayakkabılar, kumaş pantolon, oduncudan hallice bir gömlek ve üstüne sarı lacivert renklerde, arkasında kafam kadar “eagles” yazan beyzbolcu tarzı mont. İnsan ağız tadıyla gülemiyor bile, belki amcamın tek montu odur kıyamam diyor ama içten içe de biliyorsun sırf sarı lacivert renklere sahip diye o montu aldığını, belli yani futbol fanatiği de olduğu her halinden. İşte gülemiyorsun ya, ayıp olmasın diye, geçemiyorsun da sonrasında, gülme kısmı eksik kaldığı için.

Tıpkı bir dönem üzerinde kocaman kocaman “Cartel” yazan t-shirtlerle gezen, yaşı kemale ermiş teyzeler gibi bir etki bırakıyor üzerinde. Kahkahayı patlatmak istersin de içinde patlar, buruk bir tat bırakır hani o detay damağında, öyle. Deli gibi sarsmak isterim oysa ben o teyzeleri omuzlarından, “ne yapıyorsun teyze sen, 50'inden sonra nirvanaya mı erdin, aradığın iç huzuru benim bile kafamın kaldırmadığı rapçi, r&bci tayfada mı buldun Allahsen” diye sorasım gelir. Soramam işte, patlar içimde.

Hep bu yabancı dil merakımız yüzünden diye tahmin etmekteyim aslında. Çık İstiklal Caddesi'ne, geçen her 10 erkekten 5'inde “ananıskym” yazıyor açık açık “de puta madre” adı altında. Ulan üzerinde yazanı anlamıyorsan neden giyersin? Aslında piyasaya “son of a bitch”, “whore”, “tender my ass” falan gibisinden isimlere sahip markalarla gireceksin, bak bakayım bir daha yapıyorlar mı?

Efff, neyse konu dağılmasın; işte bu eaglescı amcanın durumu da o muhtemelen, sanıyor ki eagles yazınca sırtında, sırtı asla yere gelmez onun. Gofretin üzerinde Arapça yazıyor evladım çöpe atma kafası böyle. Bir nesil hala sokaklarda saçma sapan kıyafetlerle geziyor bu yüzden, onların çocukları da ortaokuldayken Amerikan bayraklı don giyerdi zaten. Gözünü sevdiğim Ralph Lauren; nasıl kurban ettin gül gibi milleti emperyalizmine.

Ah ama lütfen, Türk bayrağı da kutsaldır tabii. Hüseyin Çağlayan defilesinde kullanır mazallah, çağırın Cumhuriyet Savcısını, yazılı yoklama yapacak.

6 Ocak 2011 Perşembe

Umutluluk Özlemi

Yine ne yazacağımı bilmeden başladığım bir yazı ile karşı karşıyasınız okurlar. Aslında, her yazımda o gün benim neye ihtiyacım olduğunu düşünerek yola çıkıyor; ona göre bir şeyler karalıyorum ve bugün de bu taktiği uygularsam fena olmaz gibi. Dünden beri biraz hastayım, boğazım şiş, midem ekşimiş durumda; yani klasik bir nezle ve zehirlenme vakası yaşıyorum. Evet, bu kadar da süpersoniğimdir, içim çürüktür; hasta olduğum an bağışıklık sistemim çöker ve üst üste gelir hepsi. İşte annemi de deliler gibi özlediğim bu ulvi günde o kadar umutsuzum ki, uykularım dahi kaçtı umutsuzluktan. Kısacası bu sikimsonik girişten sonra söyleyebilirim ki; yazının gelişme kısmı boyunca sizlere umut verici öyküler anlatacağım ve sonuç kısmında çocuğu koyup, sizleri gözyaşı içinde bırakacağım... ...demeyi çok isterdim ama o kadar da iddialı değilim.

Umut dediğimde ilk aklıma gelen vaka daha geçenlerde yaşandı. ABD'de 6
yaşındaki sevimli mi sevimli, şeker mi şeker bir kız çocuğu bütün oyuncaklarını e-Bay'de satışa çıkartmış. Sınıf arkadaşlarından birine yılbaşı hediyesi almak içindir falan gibi klasikleşmiş bir sebep sunmayacağım size, çok daha mükemmel bir sebebi var. Hanım kızımız bunu; polis köpeklerine kurşun geçirmez yelek alabilmek için yapmış. Tavuk suyuna çorba serisi hikayelerinden biri gibi olduğunun farkındayım, ama aklıma geldikçe gülümsetiyor bu haber beni, keşke etrafımdaki bütün insanlar 6 yaş naifliğine sahip olsalar yeniden diye düşünmeden edemiyorum.

Bu sayfada genellikle erkeklere lafı geçirsem de kimilerinde bana umut veren, takdir edilesi bir davranış da gözlemlemedim değil hani. Bunun en harika örneğini, yine geçenlerde okuduğum "makyaj yanlışları" şeklinde özetlenebilecek bir makalenin altında gördüm. Düşünceli erkeğimiz Don Juan "makyaj konusunda yapılan en büyük yanlış, makyaja ihtiyacınız olduğunu düşünmektir hanımlar; doğal halinizle çok daha güzelsiniz" şeklinde özetlenebilecek bir yorum yazmıştı ve açıkçası gülümsemeden edemedim. Beraberinde her daim gözlerimde olan maskarayı da sildiğimi itiraf etmeliyim. :)


Bir başka vaka da Bilkent semalarından geliyor, Bilkentli okuyucularım bilir; İİSBF fakültesinde engelli ama hayata sıkı sıkı tutunan, dünya tatlısı bir öğrencimiz vardır. Herhangi bir yanlışlık ya da sorun olmasın diye isim vermeyeceğim ama 2005 civarından beri okulumda olanlar kimden bahsettiğimi şıp diye anlayacaklardır. İşte bu gencin hayata tutunması, hepimizden çok çalışması ve çabalaması gerektiği halde bir kere bile gocunmaması; onu her gördüğümde günümü aydınlatıyor. Ha unutmadan söylemeliyim ki, el-kol bölgesindeki anormalliğe rağmen kendisi inanılmaz centilmendir aynı zamanda, ne zaman benimle beraber yürüse kapıyı benim için açar ve gözlerimin içine bakarak gülümser; bunu yapabilmek 10 dakikasını alsa bile. Bu okuldan mezun olduğumda en çok özleyeceğim şeylerden biri, onunla yaptığım sohbetler ve beyefendiliği olacak, adım gibi eminim.


Bir başka çocuk naifliğiyle devam etmek istiyorum, malumunuz hayatımın belli bir evresini yurt dışında geçirdim ve şahit olup da unutamadığım bir olay vardır. Noel öncesinde alışveriş merkezlerinde çocukların isteklerini dinleyen Noel Baba'ları bilirsiniz. İşte böylesine klasik bir sahnede; bütün çocuklar My Little Pony'den tut da Elmo'ya kadar çeşitli oyuncaklar isterken bir ufaklık Noel Babamızın ağlamasına sebep oldu. Adamcağız çocuğun isteğini dinlediğinde ağlamaktan adeta konuşamadı, ve çocuğa bir söz veremedi de. "Bunun için Tanrı'ya dua etmelisin" gibi laflarla geçiştirdi. Merakıma yenik düştüm ve çocuğun ne istediğini sorduğumda ise aldığım cevap şuydu: "okulundaki arkadaşlarından birinin annesi böbrek hastasıymış ve diyalize bağlı bir yaşam sürüyormuş, onun için yeni bir böbrek istedi."


Ve son hikaye; yine benim başıma gelen bir olay. Çocukken sık sık anahtarımı evde unuturdum; eh okuldan geldiğimde de annemle babam evde olmazdı dolayısıyla onları beklemek zorunda kalırdım. Aslında bu duruma baya bir alışmıştım, komşulara giderdim, mahallede gezerdim, acıktıysam ya da tuvalete girmem gerekirse de kapıcımıza inerdim. Yine bu tarz günlerden birinde okulda bir kavgaya karışmıştım ve canım inanılmaz derecede sıkkındı. Anahtarımı unuttuğum gibi, güvendiğim bütün dağlara da kar yağmıştı, apartmanda adeta anlaşmışlarcasına kimse yoktu ve ben dayanamadım, kapımızın önündeki merdivenlere oturup ağlamaya başladım. Sonra bir el tuttu elimi, apartmanımıza 10 gün kadar önce taşınan, o zamanlar hiç tanımadığım Hintli abimizdi. Sadece herkese merhaba demek için bütün daireleri gezdiğinde görmüştüm daha önce o kadar. Anlaşabileceğimiz bir dil bile yoktu, ben o zamanlar sadece Arnavutça küfredebiliyordum, o da İngilizce dışında dil bilmiyordu. Ona rağmen elimden tuttu, bir peçete uzattı ve dairesine götürdü beni. O gün bugündür körili yemeklere bayılırım! :)


Bahsettiğim hikayelerdeki insanların her biri kötü olmayı seçmiş olabilirlerdi. Yaptıklarıyla dünyayı değiştirmeyeceklerinin de farkındalardı. Ama en azından bu hikayeler bana ulaştı, ve bana umut verdi. Hayat; düştüğünde canını yakacak kadar acımasız olabilir ama sadece ayağa kalkmanın onurlu olduğuna inananlar düştüğünde gülmeyi bilir. Ve ben, bugün, umut bulduklarımı sizlerle paylaşmak istedim; her insanın umuda ihtiyacı vardır diye.

3 Ocak 2011 Pazartesi

Seni Seviyorum Diyemeyen Erkek

2008'de yazdığım bir entryi paylaşmak istedim bugün, belki de biraz zamanı geldiği için:




"birine ''seni seviyorum'' dediginde hakkini veriyorsaniz

bir kere onu gerçekten seviyorsaniz, yani öyle dokununca geçiverecek arzularla falan karıştırmiyorsaniz,

birine ''seni seviyorum'' dediğinizde, o biri tuttugunuz takimdan daha onemliyse,

birine ''seni seviyorum'' dediğinizde, degil bir saat eksik uyumayı hic uyuymamayi goze alabiliyorsaniz,

birine ''seni seviyorum'' dediğinizde, elini tutmak bile degil, sadece yuzune dokunmak bile cok onemliyse sizin icin,

birine ''seni seviyorum'' dediğinizde, ''sevgilimsin'' den fazlasini diyorsaniz,

birine ''seni seviyorum'' dediğinizde, onu özleyecek, düşünecek, merak edeceksiniz.

birine ''seni seviyorum'' dediğinizde, onun gözü telefonda (evet, cep telefonu çıktığından beri kulak değil gözler telefonda) aramanızı beklediğini unutmadiginiz icin zaten surekli aryorsaniz,

birine ''seni seviyorum'' dediğinizde, ona sürprizler yapmayı, ufak hediyeler almayı ihmal etmiyorsaniz,

birine ''seni seviyorum'' dediğinizde, ona şiirler okuyor hatta kabiliyetiniz oldugu icin yaziyorsaniz,

birine ''seni seviyorum'' dediğinizde, şarkıdaki gibi, ellerinizde çiçeklerle kapısında bekliyorsaniz,

birine ''seni seviyorum'' dediğinizde, belki ömrünüzün sonuna kadar değil ama hiç olmazsa yarın, öbür gün de seveceğinizden eminseniz,

birine ''seni seviyorum'' dediğinizde, aynı zamanda ''free takılalım'' da diyemeyeceğinizi biliyor, baska bir kadin, annesi bile ona dokundugunda yureginizin bir yeri sizliyorsa,

birine ''seni seviyorum'' dediğinizde, o aşktan söz ederken siz ''ben almayayım, alana da mani olmayayım'' demiyorsaniz gercekten seviyorsunuzdur.

ama ya o size bunu soylyemiyorsa? her gece saat daha da buyur icinizde acisi. madem dogru kisi degilsiniz, neden sizinle birlikte diye dusunup durursunuz. o'na guvenirsiniz, gozunuz kapali, guvendiginiz icin asiksinizdir zaten, guvendiginiz icin bilirsiniz sizi sevmese, sevmeye meyilli olmasa zaten sizinle birlikte olmaz ama soyleyemedikleri de kendinizden suphe etmenize sebep olur. caniniz acir, iciniz yanar.

hele ki bu sevgiyi ya da sevgisizligi sadece kelimelerde gorup duyabileceginiz bir mesafedeyseniz..."