29 Temmuz 2011 Cuma

Biterken

İstanbullular size güzel bir haberim var; yarın sabah şehrinize geri dönüyorum. Evet, şehriniz;, zira ben kalbimi Ankara'da bırakıyorum. Doğma büyüme İstanbullu olan biri neden İstanbul'u sahiplenmesin ki? Ankara'da sevgilisini bırakıp geliyor olsa gerek, değil mi? Bızzt! Bilemediniz, yanlış cevap. Ankara benim sevgilimdi.

Anlaşılması zor biliyorum ama çok güzel günler geçirdim ben burada. Çok hakiki dostluklar edindim, çok harika ilişkiler yaşadım. Kötü şeyler de yaşadım elbet ama Ankara'nın kötüsü bile bir başka güzel yahu.

Neyse, Ankara'da bayraklar yarıya indirilirken İstanbul'dan davullar zurnalar bekliyorum gelişime. Sizle de eğleneceğiz, kim bilir belki bir gün İstanbul'a tekrar "evim" diyeceğim ama bilin ki şimdi Zeynep Ankara'da kalıyor aslında. İstanbul'a gelen bambaşka biri, belki biraz depresif, belki biraz sıkıcı, belki de çok ama çok eğlenceli.

Ah keşke bir de sen olsaydın İstanbul'da be yavrum, koşarak gelebilirdim oraya.

Ve hoşçakal Ankara. Sakın kendini Melih'in insafına bırakma. Ayakta dur her zamanki gibi, sakin kal, düzenin bozulmasın. Belki bir gün yeniden gelirim sana, sadece ziyaret için değil, çocuklarıma seni tanıtmak için. Onlar da sevsinler seni benim kadar diye. Hoşçakal Ankara.

21 Temmuz 2011 Perşembe

Merhaba Ben Öküzüm Çünkü;

- Hoşlanmadığım kızlarla arama nasıl mesafe koyacağımı bilmem. Doğamdan mütevellit insan gibi bunu belli edemem, illa kalp kırarım, ters laf ederim, şimşekleri üzerime toplarım. Duyduğum kadarıyla diğer hayvanlar yıldırım çarpan hayvanları yemezlermiş asla. Bu da benim doğal seleksiyondan kaçma yöntemim.

- Komşularıma gürültü yaptıklarını adam gibi ifade edemem. "Gecenin 4'ü oldu konuşmayın, yatın uyuyun" diye emir vermeye bayılırım, dayak yerken bir daha bayılırım.

- Markette kasa kuyruğunda güzel kızlara yerimi verecek kadar centilmen olabilirim ama yer verince sıradan ayrılıp en arkaya geçmem gerektiğini idrak edemeyecek kadar öküzüm. Doğamda var, ne yapayım, annem babam da öküz olduğundan öğretmemiş böyle şeyleri.

- Kuralların olmadığı mecralarda kafama göre kural koymaya bayılırım. İnternet sitelerinde rumuzlarının ardında gizlenen insanların anonim kalma isteklerini anlamlandıramadığım için "adın ne lan piç" diye hitap ederim onlara. Aramaya inanmam. Google hayatımı kolaylaştırmaz. Dolayısıyla basit bir aramayla rumuzun aslında kime ait olduğunu bulamayacak kadar malımdır.

- Kinaye kaldıramam. Biri bana tren gösterdiğinde aslında öküzlüğüme işaret etriğini anlamam ve "ee yani, ben her gün görüyom bunlardan" diye cevap verebilirim. Öküzüm ama bizlere de at gözlüğü üretmeleri gerektiğini düşünüyorum.

- Aslında bu listeyi daha da uzatırım ama öküz olduğum için kısa ve öz yazılar bana hitap ediyor. Kitap okumayı da okul okumayı da yıllar önce bıraktım, bu tersine evrim geçirmemin ve sonra tekrar öküze evrilmemin mantıklı açıklaması olabilir. Kendime uygun bir inek arıyorum. Teşekkürler.

30 Haziran 2011 Perşembe

Erkeklerde Askerlik Sonrası "Şu An İşime Yoğunlaşmalıyım" Sendromu

Bu erkekleri askerlik bozuyor azizim. Kışlada, koğuşta 150 erkeğin içinde, dişi sinek bile görmeyen adam senin sesine bile kul köle oluyor, avare oluyor, serseri olup diskoyu göze alıyor ama eline tezkereyi aldığı gibi bir özgürlük abidesi, bir bilinmezlik silsilesi haline geliyor. Yazık, çok yazık. Onca yurdum erkeği bir dayakla telef olacak, haberleri yok!

Gerçi insanoğlunun genel kaçışıdır bu "şu an bi ilişkiyi kaldıramam, önce basurumla ilgilenmeliyim" hali. Benim bildiğim bazı yükler paylaştıkça azalır ki kariyer, ailevi sorunlar, gelecek planları falan iki kişi oldun mu çözülmesi daha kolay yüklerdir. İşini eşine danışan adamın sırtı yere gelmez, evcimen yapıya sahip bir sevdiceği olan adam aile kavgasını sevdiceğine açarsa su görmüş sabuna döner. O yüzden laf salatası yapmayın.

Yapmaya devam edecekseniz ben, bizzat şahsen yön vereceğim o geleceklerinize tek tek. Gelişine çaktığım gibi nevriniz dönecek, şaştığınız o feleği tekrar bulacaksınız. Acılı ama kesin bir çözüm olacak.

Hayır pezevenk ben sana dedim, yapma dedim, etme dedim, dinlemedin. E acısını benim saf ve temiz duygularımdan niye çıkarıyorsun ki? Argümanım o kadar mantıklı ki, baktın olmuyor, hassas olduğu konulara çalışıp kalp kırayım yöntemini deniyorsun ama ben senden uzaklaşmaktan ziyade sana kinleniyorum. İntikam ateşimi harlıyorsun haberin yok! Tersim pistir hea!

Kısacası yapma evladım, yapma çocuğum. Bak yapma dedim, oraya gelirsem ağzını burnunu... Fiyuuuuvt (buraya güdümlü anne terliği gelecek) ! Geri getir o terliği!

28 Haziran 2011 Salı

Kitapçı Kedisi

Yazmak hakkında yazmak, yazı konusu bulamadığın zamanların en kolay alternatifidir her zaman. Peki ya okumak hakında yazmak?

Kesinlikle yoğun bir birikim ve şevk gerektirir. Daha 8 yaşındayken dersten kaçıp kütüphane saklanmakla disiplin cezası almış biri olarak kendime bundan daha uygun bir tema bulamıyorum. Sizlere muhteşem kitaplar sunamayabilirim, okuduğum kitapların bir çoğunu bana yakıştırmayabilirsiniz ama sizi temin ederim ki; okuduklarınız; okurken içine girdiğim dünyanın tasviri olmaktan biraz daha öteye gidecektir.

Okuyorum, o halde varım! Ve yağmacılık yapıp hikayenin sonunu söylememek için elimden geleni yapacağım!

http://kitapcikedisi.blogspot.com/ yayında!

8 Mayıs 2011 Pazar

Kızları Öpme Hayali Kuran Kurbağa

...Hayattaki tek misyonu sinek avlamak olan kurbağaların da bi masal yüzünden gaza gelip prenses avına çıkmasıdır haddini bilmemek...


Hikayemiz 31 Aralık 2010 sabahında başlıyor. Ne yazık ki insanlarla olan ilişkilerine sonsuz güvenle başlayan çok akıllı bıdık olan şahsım yaşanılan her şeyin kanıtını saklamıyor - hep kendimden üçüncü şahıs olarak bahsetmek istemişimdir. Çok isterdim burada yazacaklarım muhteşem bir aşk hikayesinin ilk satırları, en sevilen aşk şarkısının ilk notaları statüsünde olsun ama ve lakin hiç alakası yok. Kendini tanımlayışıyla Efruz Kurbaasevengil, devletin onu tanımlayışıyla İsmail Efruz Balaban olan; çok sevilen ama pek de tanınmayan bir şahsın hikayesi bu. 



Twitdedektif vasıtasıyla defalarca insanları work&travel şirketi vasıtasıyla nasıl dolandırdığı, iddia ettiği gibi dışişleri bakanlığı ya da led ihracatı yapan bir firmayla alakasının olmadığı ve başka hesaplar vasıtasıyla nasıl genç kızları hain ve hunhar emellerine alet ettiği anlatıldı. Dedektifin anlattıklarına malzeme ve kanıt sağlayan bir insan olarak ben de ufak bir sorumluluk hissettim ve sürekli olarak medyanın gözü önünde olan bazı insanların bile takip ettiği bu şahıs hakkında duyduklarımı ve yaşadıklarımı ilk ağızdan anlatayım istedim. 


Dediğim gibi 31 Aralık gecesine dek ne Dedektifi tanırdım ne de bu Efruz kurbağasını. Micro blogging meraklısı okurlarım bilirler, Twitter'da kendi Ankara tayfamız içinde takılan bir avuç üniversite öğrencisi gençlerdik biz. Sosyoekonomik hiyerarşinin üst basamaklarında yer almamızdan ötürü zannedilse de; alakasız sebeplerden mütevellit çok da haşır neşir değilizdir başka gruplarla. Aynı sosyal çevrenin Twitter dışında mecralar vasıtasıyla senelerdir tanışan, geleneksel üniversite öğrencisi tanımından bir kademe daha lüks yaşayan kendi halinde vatandaşlardık aslında. Bu gruptaki herkesin sosyal medya mecralarına dair iyi kötü tecrübeleri vardı ve hepimiz senelerdir internet üzerinden kurulan dostlukların gerçekliği üzerine istatistiki veriler sunabilecek kapasitedeydik. Biraz bunun özgüveniyle, biraz da beni kandırabileceği hususların gerçekten limitli olması sebebiyle hakkında söylenilenleri kaale almadan izin verdim Efruz'un benimle ve arkadaşlarımla samimiyet kurmasına. Ay ama lanet olsun ki; bu derece yapışkan olmasını beklememiştim.

Önce ben ve yakın bir dostum olan neeyiir ile kurdu samimiyeti. Amacının toz pembe hayallerle süslenmiş saf bir dostluk olmadığını bilecek kadar sanal alemle haşır neşirim çok şükür. Bu sebepten olsa gerek ki; o dönemde Efruz'un tanıdığı ve sevdiği bir başka insanla flörtöz bir ilişki içinde olmam onu biraz olsun dizginlemiştir. Bilemiyorum, belki de fiziksel olarak beni beğenmemiş de olabilir ama çok da umurumda değil açıkçası. İşte bu sebepten ötürü aramızdaki muhabbet asla flört içerikli bir sohbet halini almadı. Kedilerine dadılık yapmamı istedi, olmadı o gece gerçekleşecek Dışişleri Bakanlığı'nın yılbaşı resepsiyonuna katılmamı istedi ve uzun lafın kısası; neticede yılbaşını beraber geçiremeyeceğimizi idrak etti. Şimdi birçokları koskoca bakanlığın resepsiyonuna dair yapılan bir daveti elimin tersiyle itmeme anlam veremeyebilir ama Ankara'da diplomasi eğitimi almış bir insan olarak oraya gidip zaten yılın 9 ayını beraber geçirdiğim hocalarımı bir de yılbaşında görmek bana abes geldi açıkçası. 23 yaşındayım daha, ne resepsiyonu ya. 

Sonrasında 2-3 hafta kadar Facebook ve Whatsapp üzerinden münasebetimiz devam etti. Ocak sonlarında yarıyıl tatili için İstanbul'a geri döndüğümde de neeyiir ile olan münasebetlerinin bir öğlen yemeği ile noktalandığını öğrendim. Kızcağızı "saatlerce görüşme için burnunun dibindeki semtte bekleyeceğim hadi acı bana bir yemek yiyelim" temalı sözleriyle ikna eden Efruz efendi; teklifinin lütfedilerek kabul edildiğini algılayamamış olsa gerek ki, hem kızcağızın hayatında geçirdiği en sıkıcı 2 saate ev sahipliği yaptı, yetmedi üzerine kallavi bir hesap kitleyerek hayatından çıktı. Bizler, yaşadığımız yere misafir sıfatıyla teşrif eden insanlara hesap ödetmeme kibarlığını gösterebilecek şekilde adab-ı muhaşeret ile yetiştirilmiş insanlardık zaten, gerek yoktu yani 5 dakika içinde çevirdiği onlarca katakulliye. 

Tabi ki buna güldük geçtik ve bu olaydan sonra münasebetimizi minimum düzeyde tutma kararı aldık. Arayıp sormadık ama ayıp olmasın diye de attığı mesajlara cevap verme kibarlığını gösterdik. Bu hareketlerimize cevabı daha enteresan oldu tabi.

Asmalımescit'te en yakın dostları ile oturan bir kadın düşünün. Telefonu çalıyor ve "neredeysen seni gelip alacağım" cümlesiyle burun buruna geliyor. Buna cevabı ise "ben bebeklik arkadaşım ve onun nişanlısı ile beraberim, görmeye bu kadar meraklıysan sen gel" oluyor. Heh, o kadın benim işte. Arayan da sevgili kurbağamız. Velhasıl kelam, masama teşrif etti, gelir gelmez kurduğu ilk cümle popo loblarımın ne kadar büyük olduğuna dairdi. Yine de sineye çektik ama bir nokta var ki o benim Efruz'u sineye çekmeyi bırakıp düpedüz kendisine savaş açtığım noktadır. Kendisini masama davet ettirerek sosyal ortamıma dahil olan bu kurbağa, o masada, benim en yakın arkadaşıma, siyasi fikirlerinden ötürü "senin suratına tükürürüm" deme terbiyesizliğini gösterebilmiş bir insan. Tabi bunun sebebi aşikar, okulundaki ADD klübünün yönetiminde yer alan, Kemalist fikirlerini hiçbir ortamda savunmaktan geri durmayan arkadaşım bu şahsın cemaate yakın duran  fikirlerini eleştirmiş, akademik bir şekilde hükümetin sosyo kültürel başarısızlıklarından bahsetmişti. İşte ben bu satırları yazıyorsam, ya da Dedektif'e kurbağa hakkında bilgi veriyorsam bilin ki sebebi, o gün durup dururken yediğimiz bu hakarettir. Ha unutmadan, o hakaretin üzerine bir de içtiği kahvenin hesabını ödedim ki; bonkörlüğümle tanınan bir insan olmama rağmen içim acıdı harcadığım 3 kuruşa.

Sonrasında Dışişleri Bakanlığı'nda ve Başbakanlık'ta protokolden sorumlu; bölümüm mezunu arkadaşlardan bu ismi veritabanında araştırmalarını rica ettim. Yetmedi, babası MİT emeklisi bir diplomat olan bir başka arkadaşımdan neler bulabileceğini araştırmasını istedim. Tek merak ettiğim, hakkındaki dolandırıcılık iddialarının bir aslı astarı olup olmadığıydı. Eğer var ise, bizzat hocalarım vasıtasıyla bakanlığı bu konuda uyaracaktım ki; gayet beklediğim bir sonuç ile karşılaştım. Bakanlıkta çaycılık bile yapamayacak kapasitedeki bu kurbağanın bakanlıkta danışman olmakta zerre alakası yoktu. Bakanlığı ziyaret eden öğrenci klüpleri listelerinde bile adı geçmiyordu.

Ailesinin olduğunu iddia ettiği LED ithalatı yapan firma ne derece doğrudur hala bilemiyorum. Bu konuda hiçbir fikrim yok ancak iddia ettiği gibi Boğaziçi ve UPenn'de eğitim almış bir insanın sosyal ilişkilere dair seviyesinin bu derece bel altında geziniyor olması her konuda güvenilmez ve üslupsuz olabileceğinin kanıtıdır.

Ben bütün bu araştırmaları yaparken bambaşka bir cepheden kurbağa haberi aldım. Kendisi senelerdir çok sıkı fıkı olduğum bir başka kız arkadaşıma ve neeyiir'in başka yakın kız arkadaşlarına "ille de buluşalım" temalı DM'ler gönderiyordu. İstanbul Barosu'na kayıtlı bir avukat olan bu arkadaşıma bile bu derece salça olabildiğine göre hakkındaki iddiaların gerçeklik payı bulunmaması gerektiğini düşünebilirsiniz ama ben işin aslını bu hafta aldığım bir SMS ile anladım.

Kurbağa, sana sesleniyorum, en tez vakitte Prof. Dr. Nevzat Yüksel, Prof. Dr. Sedat Özkan gibi isimlere başvurmalısın zira sende ya şizofreni var ya da bipolar kişilik bozukluğu. Aramızda geçen tek fiziksel münasebet masama buyur etmek için elini sıkmam olduğu halde bana "Dedektife gonderdigin gorseller ve yazismalar cok eglenceli. Keske kendi rezilliklerini gosterenleri de paylassaydin :) Bakanlil databaselerini arattiran sen misin yoksa? Oyle bi db var miymis cidden? Peki hesabi kitledigim kim? :) Baska bisey kaldi mi? Yattigimizi da anlatsaydin. Sabahlara kadar sevistigimizi? :) Ha yok. Bunu 'tecavuz etti' gibi yaz ki takipcin artsin ;) Sevimli mal." şeklinde bir SMS atmanın başka bir açıklaması olamaz. Bu mesajı halka açık bir şekilde Twitter ya da başka bir mecra üzerinden yazıyor olsaydın en fazla arkandan küfrederdim ama başka kimsenin göremeyeceği bir şekilde bana yattığımızı söylemen bende sadece sana acıma hissi uyandırıyor. Klinik vakasın ve bir an önce tedavi olmalısın.

İşte böyle sevgili okurlar. Dedektif'in sizlerle paylaştığı görsellerden şahsıma neler yazdığını, münasebetimizin ne şekilde geliştiğini okuyabilirsiniz. Paylaşılanı bir kez daha paylaşmanın alemi yok ama birinci ağızdan kendisiyle yaşadığım seviyesiz ve münasebetsiz diyalogları bilin istedim.

Tüm bunlara rağmen hakkında en ufak bir şüphe bile uyanmadıysa kafanızda, orası sizin bileceğiniz iş. Bu konu hakkında daha fazla söylenebilecek tek bir şey var: Hayattaki tek misyonu sinek avlamak olan kurbağaların da bi masal yüzünden gaza gelip prenses avına çıkmasıdır haddini bilmemek. Yazık.


Sonradan gelen edit: Kendisinden an itibariyle gelen SMS


"Bloguna denk gelmis bir arkadasim. İletti. Okudum. Keske olanlari oldugu gibi anlatma acikyurekliligi gosterseydin; kendine yontmak yerine. Bu mesaji, cevirdigin dolaplarin farkinda oldugumu bilmen icin yaziyorum."


Farkında oldukların nedir merak ediyorum Kurbağa efendi, açık açık yaz benim gibi. Korkun yoksa tabi.

23 Nisan 2011 Cumartesi

23 Nisan'da Bloglar Çocukların - Koltuğum Yok Ama Boya Kalemlerimi Bıraktım :)

Tohum Otizm Vakfı Özel Eğitim Okulu öğrencilerinden birinin çalışmasını size sunmaktan onur duyarım :)



22 Nisan 2011 Cuma

23 Nisan'da Bloglar Çocukların

Bugüne kadar 500’den fazla blogun katıldığı “23 Nisan’da Bloglar Çocukların” projesinin; UNICEF ve TOHUM OTİZM sponsorluğunda,H&M ve Türk Telekom katkılarıyla bu yıl üçüncüsü düzenleniyor. 23 Nisan’da blogunuzu bıraktığınız çocuk istediğini yazıyor veya çizdiği bir resmi paylaşıyor. Eğer bunları yapamayacak kadar küçükse, 23 Nisan’da yaptıklarını sesli video kaydıyla blogunuzda paylaşabiliyorsunuz.

Blogunuzda UNICEF aracılığıyla çocukların çalışmalarına yer vermek için ise yapmanız gereken yalnızca “23nisanblog@gmail.com” adresine, UNICEF başlıklı e-posta göndererek blog adresinizi iletmek.

H&M, 23 Nisan günü çocuklara devredilen her blog için yardıma muhtaç çocuklara toplamda bin adet kıyafet bağışlayacak. Türk Telekom, bilgisayar ihtiyacı olan çeşitli okullara 10 adet PC bağışında bulunacak.




Mehmet Can Yılmaz'ın blogundan alıntıdır.

21 Nisan 2011 Perşembe

İnsanlığa Fransız Kalmak

1 aydır içimde biriken çok fazla şey var. Haberlere baktığımda gördüğüm ülkem manzaralarından tutun da, eşimin dostumun garip tutumlarına kadar her bir şeye söylenecek çok sözüm var ama yazacak kadar dolduramadı hiçbiri. Şu güne kadar.

14 Mart günü bütün ülke gecenin bir yarısı Maslak'tan gelen haber ile sarsıldı. Ünlü sanatçımız İbrahim Tatlıses başından vurulmuştu ve saldırganların kimliği ya da sağlık durumu ile ilgili haberler dakika dakika televizyonlarımızdan, internet gazetelerimizden fışkırıyordu. Bakanlar, başbakan ziyaretine gidiyor, sağlık durumu ile yakından ilgileniyordu. Öyle ki, Tatlıses AK Parti'den aday olmayı düşünüyor ve sonrasında da Şanlıurfa'dan bağımsız aday olmaya karar veriyordu. Taksiciler korteje çıkıp olayı protesto ediyor, hayranları hastane önünden ayrılmıyor, kadınları hastaneyi birbirine katıyordu.

Ülkeyi bilmeyen, dışarıdan izleyen biri bu durumu ülkemizde sanata ve sanatçıya verilen değer olarak algılayabilir. İşte bu yüzden yazıyorum bu yazıyı, hani istiyorum ki Google Translate ile çevirsinler ve anlasınlar bu kıymetin ne kadar taraflı olabileceğini.

Hikayenin evveli daha öncelere dayanıyor. Vurulan sanatçıyı hastane odasında ziyaret edebilecek kadar tevazu sahibi olan başbakanımız aylar önce Ermenistan ile dostane ilişkilerimizin başlatılması adına Mehmet Aksoy tarafından yapımına hala devam eden İnsanlık Anıtı'nı ucubeye benzediği için eleştiriyor. Bunun üzerine  Anıtlar ve Rölöve Bölge Müdürlüğü heykelin yıkımına karar veriyor. Ülke aylarca başbakanın henüz tamamlanmamış bir eser hakkında yapabildiği bu densiz yorumu, yıkma kararının kanuniliğini tartışıyor. İzmir heykeli bağrına basarken Kars'ta iş makineleri hayata geçiyor. İşte bu saçmalığın ortasında; Akatlar Kültür Merkezi'nde düzenlenen, İnsanlık Anıtı'na ilişkin bir toplantıdan çıkan Bedri Baykam ile Piramit Sanat Galerisi Genel Koordinatörü Tuba Kurtulmuş bir kişinin bıçaklı saldırısına uğruyor.

Akatlar dediğimiz yer benim evimin burnunun dibi. Öyle bir mahalle ki; insan tatil yöresinde bile bikini üstüne pareo giyme ihtiyacı hissederken, burada bikiniyle sokağa çıksan kimse garipsemez. Dönüp bakanlar da orada büyümemiş, o bölgeye çalışmaya gelmiş insanlar olur anca. Medeniyetin beşiği dersin, adamlar bireyin tercihlerine saygı konusunda aşmış dersin ama yine aynı bölgede Bedri Baykam bir araç sahibine yardım etmesi için yalvarıyor ve araç sahibi basıp gidiyor. 

Basınımızdaki bilgi kirliliğinin durumu malum ama benim en son okuduğum habere göre saldırgan hali hazırda sabıkası bulunan eski bir çocuk tacizcisi. Rehabilite edilmemiş, sadece cezalandırılmış; ben insana karşı bu kadar adice işlenebilen bir suçun başka bir açıklamasını göremiyorum. Göremediğim bir başka açıklama da başbakanımızın geçmiş olsun dilekleri. Belediye başkanlarının ziyaretini, Kültür bakanımızın telefonunu biliyoruz ama nedense ilgi eksik kalmış gibime geliyor.

Hayır gözüm yok, istemiyorum da Bedri Baykam'ın İbrahim Tatlıses ile bir tutulmasını. Neticesinde bir tarafta birlikte olduğu her kadını döven, etrafındaki insanları ezmek ve aşağılamakla bir ömür geçiren, her türlü pisliğe bulaştığı iddia edilen İbrahim Tatlıses; öteki tarafta ise nizami olmayan hiçbir işte yer almamış, şu hayattaki tek suçu inandığı ideoloji uğruna çenesini açmak olan Bedri Baykam. Bir tutulmamalı. "Hayır efendim, spermli peçetelerini de biliyoruz sanat bu değil" söylemlerini de kabul etmiyorum, Duchamp'ın "Şelalesi" de elbet benzer tepkiler almıştır. Konu sanat eserinin kalitesi değil, sanatçıya verilen önem.

İster Türkan Saylan'dan alıntı yaparak "medeniyet insanı sevmekle başlar" diyelim, ister Fethullah Gülen'den alıntı yaparak "küresel sevgi ve anlayış medeniyeti"nden bahsedelim. İnsanlığın dini, dili, ırkı, yok. Tarihin ve dünya üzerinde şu an yaşayan tüm insanların paylaştığı en güçlü iki duygu; sevgi ve nefrettir. Hangisini seçeceğimiz bizlerin elindedir ve başbakan da bu seçimle mükelleftir.

Ve şu ana dek gördüğüm kadarıyla başbakan insanlığa, sevgiye Fransız kalmayı tercih etmiştir. Seçimini tebrik ederim.

22 Mart 2011 Salı

Bir Erkekle İlk Buluşmada Yapılmaması Gereken Trilyon Şey (İstiklal bağlayamayınca biz de bağlayamamış sayıldık)

Geçenlerde oturup İstiklal Akarsu kardeşimizin konuyla ilgili bir yazısını okudum ve hatta üşenmedim bir de french oje ve paperdoll'un düetini bile okudum. Anladım ki benim bloga da ekmek çıkar bu yazılardan, güzel bir taslak hazırladım. Yalan lan ne taslağı, hayatım boyunca düzenli olmadım ben, ödev yaparken bile hazırlamam taslak; şimdi mi hazırlayacağım. Her neyse yazımızın konusu başlıkta da okunabildiği üzere kızların ilk buluşmada sakınması gereken hal ve davranışlar, konuşmalar ve hatta kıyafetler; ve iddia ediyorum mekanlar (Taslak işini de çaktırmadan çıkardık aradan, konuyu böldük paragraflara).

Herhalde ilk buluşmada aman vajinam penise doysun, aman zevkten zevke koşayım tribine girmeyeceğinizi artık biliyorsunuzdur. Büyük riskler almayı seçin kızlar, küçük değil. Ve ilk buluşma heyecanıyla beyninizin perspektif noktasının ambale olacağını unutmayın. Gerek yok yani, iki gün bekle ya nedir, düz duvara mı tırmanıyorsun sanki. Hem tanıdığın nerden çıkacağı belli olmaz, bu uğurda çok bacımızı kurban verdik, adı çıktı kaşara inmedi sosyal yetenekleri güçlü hatuna. Hem senin gibiler yüzünden erkekler karıya kıza da doydu mnkym, eskisi kadar naz yapamaz olduk heriflere.

Dikkat ediyorum hatunların genelinde ilk buluşmada hesabı gacırt diye geçirteyim de bana verdiği kıymeti anlayayım tribi var. Ne kıymeti annem, hani sevgi emekti, hani saygı insanın üzerine yakışanı giymesiydi. İlk buluşmada 200 lira gelen hesapla adamın sana verdiği kıymeti değil anca maaşının yarısını nasıl yediğini anlarsın. Diğer buluşmaları da Burger King'de geçirmeye mahkum bırakırsın kendini. Ha ama tabii şirketin patronunu ayarttıysan o başka, geçir gacırt diye. Patronlar kalleştir, işçiler kardeştir; al herkesin intikamını. Yine de fazla abartmamakta fayda var, hem adamcağız düşünür "zaten süslü bu karı; ilerde buna para mı yetişir" diye.

Zamanla beraber teknoloji de değişti, ilk buluşmayı ordan burdan duyurmak da moda oldu. Şimdi sakin ol ve elindeki o i Phone'u yavaşça çantana koy. Fourquare'den mekanın majorı olabileceksin sanki, bırak, duyurma ve saçma sapan tanıdıklar görüp rezil rüsva olma riskini göze alma. Hele Twitter; aman diyeyim, sapığın nerden çıkacağı belli olmaz ve hatta karşındaki tweetlerini bile okuyabilir. Yapma böyle şeyler canım kardeşim, bırak bi gizliliği bi mahremi olsun; sana özel bir adam istiyorsan size özel bir ilk buluşma olsun.

Ha bir de ilk buluşmada çifte randevu olayına girenleri görüyorum ara ara, manyak mısınız? Amacın buluştuğun elemanı mı tanımak yoksa kankanı ona mı tanıtmak? Bak sonra çok ağlarsın adam kankana gidip yazdığında, gelir bana sorarsın nasıl kurtulacağım bu olaydan diye. Kanırta kanırta gülerim ben de, salyalar akıtırım üstüne ve bir yandan da "geri zekalı" diye isterik isterik dalga geçerim.

Neler yapmayacağını anladıysan bir de neler konuşmayacağını değerlendirelim. Tabii ki bacağındaki selülitleri hangi LPG merkezinde yok ettiğini anlatmayacaksın adama, ya da götünde başında çıkan son çıbandan bahsetmeyeceksin. O gün kuaförde nasıl saatler geçirdiğini de söylemeyeceksin. Yani bunlardan bahsedecek kadar salaksan da bahset mnkym, herif ikincisi için aramasın da bizim de önümüz açılsın. 

İlk buluşmada futboldan bahsetmek kadar tehlikeli bir şey yok. Hele ki sen hayatı boyunca tribün görmemiş naif bir kız çocuğuysan. Adamın holiganlık boyutlarını bilemezsin ve hatta tuttuğu takımı bile bilmiyor olabilirsin, gerek yok böyle şeylere. Ufaktan ufaktan ağzını ara, baktın çizginiz aynı önde o zaman konuş. Ama geceni bu konu üzerinde şekillendirme; yazık günah adam bilmese de olur Fener için operayı nasıl şevkle şakıdığını.

Siyaset de konuşma mümkünse. Evet, karşındaki Ergenekon iddianamesini hazırlayan bir savcı olmayabilir ama pekala benim gibi siyaset bilimini meslek olarak edinmiş, bunun eğitimini almış ve hali hazırda ailesi dolayısıyla doğuştan sosyal bilimci gelen bir adam olabilir. Siz böyle "ay Tayyip de çok rerörerö, bence Kılıçdaroğlu çok şeker bi adam" türünde yorumlar yaptıkça biz bu işe yıllarını adayanlar, her final döneminde bu uğurda kıçından kan anldıranlar uyuz oluyoruz size. Mnkym ben senelerimi vereyim, onlarca lirayı heba edeyim, saçlarımı sınav kağıtları üzerinde bırakayım sen gel koskoca literatürü bana 2 dakika içinde özetlemeye çalış, oldu şekerim. Ya da tam tersi; sen çok hakimsindir konuya ama adamda tık yoktur, hem adamı hem kendini seçim mitinginde tribine sokarsın. Bırak bunlar zamanla olacak şeyler, adam senin hayata bakış açını ve hatta insanlığa karşı olan sorumluluk hislerini bilmeden tez ve antitezlerini bilse ne fayda.

Müzik konuş, sinema konuş, resim konuş ve hatta flash mobların ne kadar sanatsal olduğundan bile bahset ama sakın ola seviyeyi Spartacusdeki sikiş sokuş sahnelerine getirme. Manyak mısın lan, adamın gözünde iflah olmaz bir nemfomanyak olduğunu bilmesine gerek yok. Hele ki gözünde BDSM sahneleri ya da seninle yapabileceği orgy hayallerini canlandırmasına hiç gerek yok. Zamanla gösterirsin bu hipomanik ve hatta şizofren yüzünü.

Ha bir de her şeyi konuşma; ikinci ve hatta üçüncü buluşmalara da konu kalsın. Zorlama esprilerin ve prova edilmiş muhabbetlerin ne derece boktan bir şey olduğunu referans yazılarda yeterince iyi ifade etmişler zaten, tekrar o konulara girmek dahi istemiyorum. Bak ben bu yazıyı bile spontane yazdığım için keyifli, ne o öyle Oscar almak için sahneye çıkmış artis tripleri, Yozgat'taki halanlara da selam gönderseydin bari.

Ve en önemlisi giyim kuşam, makyaj ve saç detayları. Öyle kuaföre gidip kuş yuvası topuzlardan yaptırma. Gittiğiniz yer teyzengillerin düğünü değilse mantıksız yani. Teyzengillerin düğününde bile öyle topuzlar yaptırma ya 368 yaşında mısın sen? Güzel bir su dalgası ya da fön her zaman turnayı gözünden vurur. Saçlarına deli danalar gibi sprey de sıktırma ve hatta krepe de yaptırma. Adamcağız şöyle bir okşamak istese eli saçında kalmasın; geri zekalı romantik komedi filmi çekmiyoruz burda, o triplere gireceksen de kaliteli yapımlardan feyz al azıcık.



Götünü başını da öyle adamın gözüne sokarcasına açma. Zaten ortalıkta dekolteliyim diye gezinenlerin %90'ı o dekoltenin dozunu kaçırıyor, arabaya binerken frikik vermeyeyim diye maymuna dönüyor. Üstüne üstlük mekana girdiğinizde herkesin sana "aa delirmiş ayol bu" bakışı atmasının ya da erkeklerin "her türlü gideri var" pozlarına girmesinin bir anlamı yok. Dikkat dağıtmaktan başka bir işe yaramıyor. Bırak adam belinde gamze olduğunu ya da memelelerinin arasından kaburgalarının sayılabildiğini kapalı kapılar ardında keşfetsin. Efendi gibi giy kotunu, kelebek camı gibi ufak bir dekolte veren bluzunu; çık. Ayakkabı konusuna hiç girmiyorum; üçüncü kalite Rus orospuları gibi bir zevke sahip değilsen ne giyilebileceğini öğrenmiş olmalıydın bu yaşa kadar.

Son olarak mekana da değinelim. Öncelikle adama hangi semtte nasıl bir mekana gideceğinizi buluşmadan önce sor. Asmalımescitte bacak yırtmacı olan kadife straplez bir elbise ile arzı endam eylemenin bir anlamı yok. Yine aynı şekilde SuAda'ya tophaneye gelirmiş gibi halat ipli eşofmanlarla gitmenin de bir anlamı yok. Sonra salak gibi kırk saat hayıflanır, özgüvenini kaybeder, debelendikçe de itin götüne girersin adamın gözünde. Ha bir de baktın adam seni baya baya Burger King'e götürmenin peşinde, Starbucks'tan alacağınız iki lattenin hesabını yapıyor kaç ordan. Anneannen mi komaya girer, kankan trafik kazası mı geçirir artık bilemiyorum ama kaç. Cimri adam; adam değildir benden söylemesi.

16 Mart 2011 Çarşamba

Neden Nükleere Karşıyız?

Dünya 60 yıldır nükleer enerji peşinde koşuyor, üzerine oyunlar yapılıyor, diziler ve filmler çekiliyor. Felaketler yaşanıyor ama kimse iyi mi ya da kötü mü karar verebilmiş gibi görünmüyor. Sizi bilmem ama ben çocuklarımı ve torunlarımı bu topraklarda güven ve huzur içinde yetiştirmek istiyorum. Belki 20 yıl öncesinin mis kokulu domateslerini, normal domatesin iki katı fiyata alacaklar; organik tarım tüketiminin en önde bayrak sallayan neferi olacaklar belki de memur maaşıyla genetiği kurcalanmış ne idüğü belirsiz sebzelerle yetinecekler. Bu sadece her ne kadar yürütme ve yargıyla da bol bol haşır neşir olsalar da tek görevi diplomatik temsil ve yasama olan siyasilerimizin göreviymiş gibi görünse de; soyumun gelecekteki sağlığını bugünden çalmaya kalkanlara dik bir duruş sergilemek ve engel olmak da benim görevim. İşte vatandaş olarak bu asli görevimi yerine getirmek için yazacağım sonraki satırları. Japonya'da olanları gördünüz, Çernobil'i Rusya'yla beraber yaşadınız demeyeceğim. Bunlar artık herkesin dilindeki cümleler. Amacım biraz da olsa objektif bakabilmek. Nihayetinde çocuklarımın sağlıklı olmasını istediğim kadar, varlık içinde yaşamalarını da istiyorum. İşte bu yüzden artısıyla eksisiyle değerlendirmem gerek durumu. Enerji mühendisi değilim, bir santral nasıl kurulur hiç anlamam ama anlatan makalelere danışabilirim. Ve ben de bunu yapacağım.

Nasıl ki İkinci Dünya Savaşı esnasında tarafların yürüttükleri askeri silah projeleri büyük bir gizlilik içinde yapıldıysa, nükleer enerji santrallerinin de hikayesi aynı. Hiroşima ve Nagazaki'de yaşanan şoku; 90'larda Çernobil'de şimdi ise Japonya'da yaşananlar aynı. Dünyada bir çok ülke nükleerden faydalanıyor, mevcut reaktör sayısı 436. Hali hazırda 13 ülkede 56 reaktörün yapımına devam ediliyor, bunlardan 12 tanesi ise 20 yıldır inşaat halinde. 20 yıldır inşaatı bitmeyen reaktörlerden kıllanmak bir yana, bir de üzerine AB'nin nükleer enerji protokolleri var. Bir reaktörün yapılabilmesi için bütün üyelerin olumlu oyu şart. Mantıken İngiltere'de kurulacak bir reaktör Romanya'yı etkilemeyebilir ama dünyadaki genetik anomalileri ve kanser vakalarını da sadece beslenme ve hava kirliliğine bağlamak da abesle iştigaldir. En azından benim için körlük ve aptallıkla eşdeğer.

Bir reaktörden yılda 25-30 ton atık çıkıyor, dünyanın genel toplamı ise 200 bin ton. Bunların sadece 80 bin kadarı yeniden işlenebiliyor ve geriye kalanının nerelere gömüldüğü, ne şartlarda saklandığı ise devlet sırrı niteliğinde. Rahatlıkla denize ve havaya karıştığından kıllanabilirsiniz. Görünürde çok temiz olan bir evin arka bahçesinden balya balya çöp çıkması gibi bir durum da söz konusu olabilir. Hele ki atıkları taşımanın ve saklamanın maliyetleri düşünülürse. Üstelik sadece bir kişinin hatası yüzünden yaşanabilecek felaketler de cabası. Örnek ister misiniz? Buyurun buradan yakın.


Bir de ekonomik veriler var. Mantıken 436 reaktörün dünyadaki en azından elektrik giderlerinin büyük bir yüzdesini kapsamasını beklersiniz. Neticesinde milyarlarca dolara mal olan bu reaktörler, insan ve çevre sağlığını bu derece tehdit edebiliyorsa en azından ekonomik olarak iyi bir alternatif olmalıdırlar. Oysa işin rengi pek de öyle değil, %15 gibi bir rakamdan söz ediyoruz sadece elektrik konusunda. Genel enerji tüketimininse sadece %6,5'u. Ulaşım ve ısınma konusunda hiçbir faydası olmayan nükleerin katkısı bu kadar az, riski ise o kadar fazla ki. Spesifik olarak ülkemiz için düşünürsek tablo daha da vahim, sözde Ruslar'a karşı olan enerji bağımlılığımızdan kurtulmak için Rus işadamlarına Mersin/Akkuyu'daki santralimizin ihalesini veriyoruz, üstelik Ruslardan aldığımız gazın %50'sini konutlarda ısınma amaçlı kullandığımız halde. Özetle nükleerin doğalgaz kullanımıza doğru düzgün bir faydası yok, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'mızın öngörülerine göre bize faydası sadece %4'lük olacak, o da 2020 yılında. Oysa az biraz tutumlu ve tasarruflu bir millet olsak; enerji ihtiyacımızın %10-15 kadarını harcamayacağımız da istatistiki verilerle kanıtlanmış. Yani bu halkın enerji tüketimini ucuzlatmak için radyasyona ihtiyacı yok, eğitilerek etkili enerji tüketmeyi öğrenmesi gerek. Yenilenebilir enerjiden söz etmiyorum bile.


Diyelim ki hiçbir kaza ve sızıntı yaşanmadı. Tehlikesiz olduğunu mu sanıyorsunuz? Almanya'daki Krümmel santrali civarındarındaki alanda yaşayan çocuklar bunun tam tersini kanıtlıyor adeta. Gerçekten çocuklarınızın hayatı bu kadar ucuz mu? Üstelik bu ülkede daha doğru düzgün tazminat hakları bile yokken, tazminat fiyatları hukukumuzdaki "sebepsiz zenginleşme" ilkesi yüzünden komik fiyatlarda seyrederken. Sizi bilmem ama ben çocuğum için dünyaları verebilir, paramı her kuruşuna kadar harcayabilirim. Ama bunları yaparken yalnız olmam hiçbir işe yaramaz; gerekirse bir araya gelip birbirimizden güç alarak anlatmalıyız kelamımızı. Çocuklarımızın eğitimi için en başarılı okulları, en güzide öğretmenleri nasıl seçiyorsak; onların refah ve sağlığını doğrudan etkileyecek olan proje ve siyasetçileri de titizlikle seçmeliyiz. Yoksa; Jay Thayer gibi adamlar çıkıp suçlarını itiraf ettiklerinde saçlarımızı yolar ve zamanı tersine çevirmenin peşinde imkansız bir çaba sarfederiz.

Almanya'nın 7 santralini birden kapattığı bugünler; nükleeri mutfaktaki piknik tüpüyle bir tutan, radyasyon ve kalıtımsal değişmeleri gaz zehirlenmesine benzetebilen zihinlere bir dur dememiz için en uygun günlerdir. Bütün AB ülkeleri ve ABD bir dizi önlem ve faciayı bertaraf senaryosunun peşinde koşarken bizim Akkuyu'ya körü körüne evet dememiz, bir taraflarımızın kaşınmasından ziyade aptallık ve cahillikten başka bir şey olamaz. Çocukları ve torunları batı memleketlerinde güvenle yaşayan siyasilerin taşıdığı gelecek kaygılarından çok daha fazlasına sahipsen sen de bir adım atmalı, sesini çıkartmaktan korkmamalısın ey okur. Zira kimse sana deniz, göl gibi su kaynaklarının soğutucu olarak kullanıldığı bu santrallerin diğer tüm enerji kaynaklarından daha güvenilir ve ekonomik olduğunu iddia edemez. 

7 Mart 2011 Pazartesi

Dünya Saçını Süpürge Edip Evlat Yetiştirenler Günü

Türkan'ın son bölümünü az önce izledim, bir yandan da masa takvimine bugünün de bittiğine dair çentik attım 2 numero kesik uçlu kalemimle. O esnada telefona Facebook'ta bir arkadaşımın beni dünya emekçi kadınlar günü albümünde bir resime işaretlediğime dair bir bildirim geldi. Yarın yeni bir iş görüşmesine gideceğim ve tek düşünebildiğim ideallerimin peşinde koşarken çocuğumu düşürsem kocamın ne tepki gösterebileceği. Bir sevgilim bile yok ama iş görüşmesi için boyunu kısaltıp Fransız manikürü yaptığım tırnaklarımı kemiriyorum.

Merhaba, ben genetik olarak Türk ve Arnavut ortak yapımı olan bir kadınım. Sosyolojik olarak nereye ait olduğum konusunda ise hiçbir fikrim yok. Halkın büyük çoğunluğu bana zengin orospu demeyi tercih edecektir, az biraz okumuş etmiş olanları ise özgürlüklerinden feragat etmeyi külfet gören beyaz Türk muamelesi yapacaktır. Özgürlüklerimden feragat etmek çok normal bir şeymiş gibi.

Bir kaç aydır, özellikle koca dayağından, toplum baskısından sokaklara dökülerek eylem yapan kadınları gözlemliyorum. Yaz boyunca Galatasaray Lisesi önünde dikildiğimden bir kısmıyla muhabbet etme şansı da yakaladım. Bu kadınlar her şeyden önce tabuları yıkarak birbirlerini hor görmeyi bırakmış, hemcinslerinin içindeki potansiyele inanmış kadınlar. Bense daha çok insanoğlunun çiğ süt emdiğini, kollektivizmin öneminden bihaber yaşayarak acılarına günlük tedaviler uyguladıklarını düşünen insanlardanım. Ha vicdanım bu gidişata seyirci kalmaya elvermiyor ama enerjimi kimlerle paylaşacağımı bile şaşırmış durumdayım.

Aylar önce bu sayfadan ihtiyacı olan bir aileye yardım çağrısında bulunmuştum. Sonrasında olanları ise çok yakın bir iki arkadaşım dışında kimseye anlatamadım, sanırım dünyayla paylaşmam için en ideal gün bugün. Kadının kadına yaptığı kötülüğü erkek kadına yapmaz sözünün altını; cennet anaların ayakları altındadır sözünün üstünü çizer nitelikte bir hikaye.

Baba meydanda yok, ailesini terk edip gitmiş. Anne okuma yazma bile bilmiyor ve 7 yaşındaki kızına bakabilmek için tutunduğu daldan borç alarak geçinmeye çalışıyor. Yurdumun ücra köşelerinden değil, Ümraniye'den bir hikaye bu. İlk duyduğumda dayanamayarak kızın okul masraflarıyla ilgilenebileceğimi düşündüm ve şimdi bu gücü cüzdanımda bulsam da kendi içimde bulamıyorum. Maalesef. Çünkü ortada elimi kolumu bağlayan bir durum söz konusu. Anne; kızının güzel şartlar içinde büyümesini istiyor ama kılını kıpırdatmak istemiyor. Çocuksa önünde hiçbir emsal olmadığı için annesinden farklı olmak istemiyor. Bu durumda da yardımlar, teşvikler gerçekten fayda etmiyor. Kızı; eğitimi için annesinden koparmak tek çözüm gibi görünüyor ancak anne; yaşayan tek akrabası olan kızından vazgeçmek istemiyor, geceleri yalnız uyumak istemiyor. Doğaldır, hakkıdır ama bu da bana bir annenin varabileceği en bencil noktaymış gibi geliyor. Onlara yardım eli uzatanlara sırf başları açık ve bakımlı oldukları için nefretle bakıyor bu anne ve benim de elim kolum bağlanıyor. Diyorum ya, her şeyle mücadele edecek gücü bulabilirim ama bununla değil.

Ne yazık ki, bu hikaye Türkiye'deki kadınların yaşadığı belki de en toz pembe hikayelerden biri. Babanın evi terk edip gitmesi bu kızcağızın tek şansı bile olabilir. Yaşadıkları boşvermişlikten kurtulmak için açılmış bir kapı. Bazılarıysa onlar kadar şanslı bile değiller, babaları hala evde ve onlar görünmeyen zincirlerin, tasmaların boyundurluğu altında yaşıyorlar.

Kimileri ise kırmızı kadife perdelerin ardında aynı tasmalarla yaşıyorlar. Okuyorlar, çalışıyorlar ama toplumun onlardan tek beklentisi anne olmak, çocuk yetiştirmek. Bu ülkede "tıp okuma, senelerce okursun çalışırsın sonra bi bakmışsın evde kalmışsın" baskısıyla büyüyen beyaz Türk kızları da var, güzel mevkilere gelmesine rağmen maaşı kocasından fazla diye işi bırakan beyaz Türk kadınları da. Üstelik bu hikayeler bu coğrafya ile sınırlı bile değil. Kadın sosyolojik evrimini çok hızlı tamamlıyor ve bu evrime ayak uyduramayan kadınlar ya da erkekler oldukları noktada kalmak için ayak diretiyorlar.

Ve bu noktada, "bir kişiyi bile kurtarsam kardır" mantığım maalesef işlemiyor, işleyemiyor. Zamanında babamın telkinleriyle hayallerimden geri dönülmez bir biçimde vazgeçmiş olan ben; daha fazla Engin Ardıç'lar türemesin diye 140 karakterle lanet okuyabiliyorum, Defne Joy'un belki de başka bir kadın tarafından büyütülecek oğlu Can'ı düşünebiliyorum, bir de işte denk gelirsem 3-5 bildiriye imza atıp vicdanımı temizledimcilik oynuyorum. Yapabileceğim tek şey kendi çocuklarımı duyarlı yetiştirmek ama onun için bile önce anne olmam gerekiyor, işte beraberinde 3-5 insana daha katkı sağlarsam ne mutlu bana.

Dünya Emekçi Kadınlar; pardon Dünya Saçını Süpürge Edip Evlat Yetiştirenler Günümüz kutlu olsun.

17 Şubat 2011 Perşembe

Farkındalık Kıskacı

Ortalık yere pisleyip çomakla karıştıracak kadar sıkıldım bu hafta, hayır, tabii ki de bokumda boncuk aramadım ama o raddeye geldim resmen. Ve bu sıkıntı sağolsun, hayatımda yeni ufuklar açtı bana; mesela iç bilmediğim obsesyonlarım varmış onları keşfettim.


Simetri hastası değilim ama en köşeden başlayarak üçgen formunda dizmeye bayılırım eşyalarımı. Temizlik hastası değilimdir ama birikmiş toz gördüm mü dayanamam. Bir masanın üzerinde beni en çok rahatsız eden şey minik sigara külleridir. Hani küllüğün etrafına dökülmüş, ilk bakışta göze batmayan minik küller. Kompakt pudra formundaki bütün makyaj malzemelerimi bitmelerine yakın kırmak gibi bir adetim vardır, isteyerek yapmam asla ama bi şekilde o hale gelirler ve o hale geldikten sonra nedense daha efektif olurlar kapatma konusunda oysa ben sıkıştırılmamış pudralardan nefret ederim. Makyaj demişken, farkında olmadan yaptığım, ellerimi nemlendirme ritüelim var bi de. Önce krem sürüp, daha sonra kolonya döküyorum ellerime, sanırım homojen bir dağılma sağlıyor; bu da bi takıntı sayılır. Masa başında oturmaktan nefret ettiğimi de fark ettim, çünkü 1-2 yıldır annemin durmaksızın vurguladığı gibi ayağımı çok fazla sallıyorum. Annem bunu o kadar çok vurguladı ki, beni bile rahatsız ediyor ve işin kötü yanı fark ettiğim vakit kendimi durduramıyorum. Ayakkabılarımla da ilgili bir takıntım var, ne kadar alırsam alayım asla yeterli gelmiyorlar. 100 çifte ulaşmama çok az bir rakam kaldı, ve işin garibi öyle süslü püslü tasarımcı ayakkabılarım yok, düz renkleri ve sabit kalıpları seven bir insanım. Nedense 50 farklı desen ve kesimi bir araya getiren tasarımcı ayakkabılarını sadece kağıt üzerinde beğenebiliyorum. Bir başka takıntım da okumaya başladığım romanları 24 saat içinde bitirmekle alakalı. Ama bunu uygulayabileceğim çok fazla yazar yok ve bu çok canımı sıkıyor zira ayın 5 günü durmaksızın kitap okuyorum kalan 25 günündeyse makalecikler. Eskiden iç çamaşırı takıntım da vardı, sadece takım çamaşırlar alırdım ama tıpkı ayakkabıcılar gibi iç çamaşırcılar da kendilerini tekrar etmeye başladılar, artık bundan da zevk alamıyorum.


Ve yıllardır hayatımı cehenneme çeviren bi takıntım var ki, beni yakından tanıyanlar ne demek istediğimi anlayacaklardır. Kaşlarımın ikiz kardeş gibi görünmeme ihtimaline dayanamıyorum. Normalde ikiz değil ama kız kardeş gibi görünmeleri gerekir yani göze batmayacak ufak tefek farklılıklar çok da önemli değildir. Oysa benim kaşlarım kalemle çizilmişcesine aynı olmalıdırlar, ki bu yüzden kalem kullanıyorum zaten. Bu takıntı hayatımı cehenneme çevirdi ama, her günümün en az 5 dakikasını yiyor.

Bütün bunlara rağmen obsesif değilim, aslında baya baya bir çoğunuzdan da sağlıklıyım ama işte farkındalık insanı içten içe kemiren bir kurt adeta. Kim demişse cehalet mutluluktur diye, onu dinleyin; zira orada bilge bir insan var. Ama yine de arada bir kitap okumayı unutmayın, unutmayın ki saçma sapan siyasetçiler prim yapamasınlar.

28 Ocak 2011 Cuma

Ankara'ya Aşık Olmak Zor İki Gözüm

Bahçeli'nin dar, karanlık, eski ama samimi sokaklarında yürümek. Tunalı'da alışveriş yapmak. Bestekar'da dostlara rastlamak. Park Caddesi'nde içip içip dağıtmak...

Ankara'yı bilmeyenler için Ankara bunlardan ibaret. Ha bir de belki AVMlerde gezip tozmak. O kadar. Daha ne bekliyordunuz ki bu memur şehrinden. @06melihgokcek sağolsun, otobüs servisleri ve hatta saat 11'den sonra toplu taşıması yoktur Ankara'nın. Denizi yoktur, çayı bile yoktur Eskişehir gibi. Boklu bir iki gölden ibarettir suya dair her şey. Trafiği berbattır, kimsecikler sinyal vermez. Karı berbattır, okullar asla tatil edilmez. Boklukları da saymakla bitmez.

İstanbul'la karşılaştırılır hep, gönüllerin iki başkenti olmanın kapışmasıdır bu. Yanlış anlama, bahsettiğim neo-osmanlıcılık gibisinden bir karşılaştırma değil. Hani İstanbul'un Topkapı'sı varsa Ankara'nın da Eski Meclis'i vardır ya, onları karşılaştırmak yersiz işte. Şairler en güzel yanı İstanbul'a dönüşü derler mesela, böyle karşılaştırırlar.

Oysa ben şiirleri değil, onlara notalarla anlam katılmış şarkıları severim. Ankara'da aşık olmak zor iki gözüm derim. Öyledir de, yakışıklı adam yok ayol koca şehirde.

Ama şarkılar kadar anılarımı da severim. Her mayıs başında çimlere uzanıp dostlarımla kaldığım yerden sohbete devam edebilme lüksü vardır mesela benim Ankara'mın. Mezunlar gelir, merak eden ziyaretçiler gelir, öğrenciler gelir ve her Allah'ın günü açık olan masmavi hava gider, yerine yağmur bulutları gelir. Sahi nedir her mayfest zamanı Mikail'den çektiğimiz?

7'de avare avare dolaşmalarım gelir gözümün önüne. Amaçsız sokak turlamaları. Ya da maç kutlamaları. Takımı kaybetmesine rağmen gururla dattiridatdat diye ortalıkta bağıran 3 genç. Hatırladın mı Tuğçe'm? :) Mango'su gelir mesela, 7 bir anlamda Mango'dur benim için. Sahi bilir misiniz 7'deki Mango Outlet'de bu sene  satılanları 2 yıl sonra göreceğim Taksim'de. Öyle de bi güzelliği vardır. Hala nerenin olduğunu bilmediğim o yemyeşil bahçenin önünde servis beklemelerim. Sevdiklerimle bir evde sabahlamanın keyfi. Bi erkeğe ilk ağda yapışımda çektiğim işkence :) Bunlardır benim için Bahçeli ve 7. Anılarımdır. Ah bir de oynanan Batakları unutmamak gerek. Sonracığıma Leman'da salıncakta sallanmaları. El Paso'nun happy hourları. O bufallo sosun orjinaliyle aynı lezzeti.

Sonra Tunalı gelir aklıma. Bu şehire ilk yerleştiğim gece hiç tanımadığım kızlarla taksiye doluşup gittiğimiz Karum. Aşağılara doğru Turunç'ta en sevdiğim İzmirliyle kahve içişim. Kuğulu Park'ın kuğuları. En rezalet ama en eğlenceli yılbaşım. Pasajları talan edişlerim. Aynı sokakta bana Marks&Spencer, Koton ve Mango'yu gezmenin keyfi, hem de açık havada! Ve arkasından patlatılan bir kahve. 10 yaşından sonra beni tekrar Mc'Donalds'a sokabilen o alkol sonrası açlık hissi. Az kalsın unutuyordum, Murphy's de kuantum tartışmaları ve çekim yasası, unutmaz değil mi İko? :) İsmail Abi'nin muhteşem sucuk ekmeği. Arabayı her park edişte dibinde biten ama yaptığı işten de bir halt anlamayan sümüklü velet. 

Yukarıyı da saymak gerek. Arjantin, Filistin. Ankara'da feraye yiyebilmenin keyfi. Uzun uğraşlar sonucu ulaşılan karaoke bar ve dünyanın en tatlı pembe eteği. Big Chefs'te ete doymak. Las chicas, Ivy, Kuki, Cafemiz. Ordan Filistin; Tribeca, House Cafe, Kitchenette, Meet. Filistin'e kadar gelmişken Köroğlu'ndan, Nenehatun'dan, Reşit Galip'ten bahsetmemek olmaz. Az mı eller havaya yaptık Salata'da, az mı adam kestik Satsuma'da. Biraz aşağısı Esat ve Aspava'lar. Gece içilen çorbalar, yenen soslu soğanlılar. Üzerine de yak bir uzun Marlboro, en kırmızısından. Müessesenin ikramı.


Yukarıya çıkmışken aşağıya da inmeli. Bestekar demeli, Tunus demeli. Corvus'taki exchange partilerinden bahsetmeli. Otantik'te kıtır tavukludan bahsetmeli. Hayyami var mesela, ilk sevgiliyle ilk akşam yemeği, ilk şarap, ilk romantizm. Yerfıstığı vardı eskiden, pijamalarla gidip ölümüne dans edebileceğin paspallıkta ve bir o kadar da sevimli. Tribeca kahvaltıları. Market'in önünde her yaz gecesi sokakta demlenen gençlik. Kuruyemişçinin merdivenlerinde içilen ön demlenme malzemesi ucuz Angora şarapları. İş, aş, Haydar Baş! Kebap 49 önünde insanları beklemenin keyfi ve geri dönüşte yine aynı yerde dünyanın en muhteşem nohut pilavı. Locus Solus'ta keyifli ders çıkışı içmeleri. Nada ve Flat'in muhteşem kokyetlleri. Cosmo ile kafayı bulup Tint'ten bi çimdik tuz istemeler. Şeften gönderilen tabak tabak meyveler ve Mali'nin şahane ötesi göt oluşları :) Değnekçi terörüyle baş etme metodları. Şinasi sahnesinde Haluk Bilginer'i izleme keyfi. Durakta it gibi titreyerek, sıcacık yatağın hayaliyle servisi beklemek. Okşan ve egzantrik exchange arkadaşları ile saçmalamak :)




Bu kadar mı sandın Ankara'yı? Daha bunun Narquilla'nın bahçesinde nargile keyfi, Shot&Bite'daki transparan gömlekli şarkıcısı, fındık vodkanın inanılmaz lezzeti var. Kız kıza eğlenceden sonra gece yarısı yağmurun altında donuna dek ıslanmak. Uno oynarken yan dairede çıkan yangın. Evet, evet İlknur en boktan görünen ama en çok güldüğüm anılarım da seninle :) Dablyu var sonra, ilk açıldığında kimsenin adını yazamadığı. Transeksüel dansçılardan korkan sevgilinin çaresiz bakışları...


Ve ömrümün geçtiği yer; okulum, evim... Bilkent'im. Hocalarla içilen rakılar, kahveler ve hatta bakılan fallar. Hiç tanımadığın dedelerini İlhan Dede'de bulabilmenin lüksü. Kampüsün cazgır kedileri ve çığırtkan köpekleri. Lojmanlardaki teraslarda sevgiliyle el ele Ankara'yı izlemenin lezzeti. Sözeri'de zehirlenme riskine rağmen yoğurtlu soslu İnegöl'den vazgeçememek. Patik'in tasmasını bahçede çözebilmenin güven veren coşkusu. 76'nın önünde karlarda debelenmek, 10 kişi tren misali çimlere uzanıp sadece saçmalamak. Mozart'ta sabahlamak, spor salonunun merdivenlerinde fingirdeşmek. Eşofmanın altına Louboutinleri çekip Magellan'da şarabın dibine vurmak. Mezalluna'da burchetta, Kyma'da beğendili tavuk, Biber'de chicken&chips. Anne eli değimiş yemekleri Sokak 1 ve Sofa'da bulabilmek. Esperanza'da, MSN'de kumarbazın önde bayrak sallayanı olmak. E tepesinde, 3'te arabayı çekip manzaraya karşı flörtleşmek, içmek, bağırmak. Bitmek bilmez Altın Evin kapı kolları bile altınmış, çalsak mı geyikleri. Odeon konserlerine küfredip Doğudaki konserleri özlemek. Gecenin bir yarısı Shell'e yürümek. Çorba kasesinde nescafe içip 3 saat boyunca gülmekten ders çalışamamak. Balkona gelip duran kuşlar ve bir evde mülteciler gibi 30 kişi yaşamak. Sana diyorum Gül, tanıdık geldi mi bunlar :)


Ve daha sayamadığım niceleri. "Laila kapalıdır bugün siz Gölge'ye gidin" diyerek konsept anlayışını konuşturan taksici amca, seni hiç unutmadım mesela. Kapıda kaldığım için parmaklıklardan erkek yurduna beni sokan Çağdaş ve bilimum aşk sorunları. Sizleri de unutmadım :) Mogan Gölü'ne çay içmeye giderken Gölbaşı'na gidişimizi de, Belçikalının Yeri'nde yediğimiz efsane yemekleri de unutmadım.

Velhasıl kelam, Ankara gri, sönük, sıkıcı, boğucu ve keyifsiz bir memur şehri. Anılarıyla, kahkahalarıyla, gözyaşlarıyla baktığındaysa rengarenk, canlı, eğlenceli, özgürleştirici ve çooo...k keyifli bir memur şehri.  Ankara'da aşık olmak değil de Ankara'ya aşık olmak zor iki gözüm ve ben giderken gençliğimi bırakıp gideceğim. Bunu Ankara'ya sadece çalışmaya, okumaya, iş halletmeye gelenler anlayamaz, yaşamaya gelenler anlar ancak. Benim gibi İstanbul'u bırakıp gelseler bile...

16 Ocak 2011 Pazar

Arena da Aslan Harcamaya Çalışan Gladyatörler

Eski zamanların futboludur Gladyatör dövüşleri. İnsanların kafasından yaşadıkları geçim sıkıntılarını, devlet erkanı arasında dönen entrikaların sokağa yansıyan dedikodularını, haksızlıkları unutturur; ve devleti böylesine bir şov hizmeti sunabildikleri için yüceltirdi. Tıpkı günümüzün futbolu gibi, sadece biraz daha küçük kitlelerin afyonuydu dövüşler.

İşte bu sebeple Galatasaray gibi her fırsatta bu milleti onurlandırmayı başarmış, kimi zaman ülkemizin temsiline diplomatlardan çok fayda sağlamış, sporun her alanında dünya lideri olmayı kafaya koymuş bir takımın stadyumuna Arena adı verilmesi sadece manidar değil, aynı zamanda mesaj kaygılıdır da zira malum, dünyanın en yetenekli gladyatörleri bile Arena'da aslanlara yem olmaktan kurtulamamıştır.

Dün gece de, yine bu ve benzeri mesajların barkovizyon gösterileri ile empoze edilmesiyle başladı. Tepkili miyim? Asla. Klüp inanılmaz güzel gösteriler hazırlamıştı, her organizasyonda olabilecek ufak tefek aksaklıklar dışında hiçbir sorun yoktu. Hatta bugünkü yazımda eleştiri namına yazabileceğim tek şey; stadın aslında %100 değil, %90 hazır olmasıdır diyordum ki...

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın stada teşrif ettiği anonsu duyuldu. Islıklayan da vardı, alkışlayan da. Diğer tribünlerden nasıl duyulmuştur bilemiyorum ancak benim oturduğum yerde ıslıklama ve yuhalamalar, alkışlamalara denk nitelikteydi. "Hayır canım saygısızlık edilmiştir" diyenlere Ajax ataklarında yapılan demoralize amaçlı ıslık ve yuhalamaları hatırlatırım, ne akustikmiş arkadaş resmen sesin fiziksel baskısını beynimde hissettim, mengeneyle sıkıştırılmışcasına. Kısacası başlangıçta yapılan protesto içerideki insanların %100ünü kapsayan bir protesto değildi, %20 bilemedin %25 oranındaydı ki Hakan Şükür sonrası cemaatçi tayfanın gözbebeği haline gelen bir klüp için gayet normal bir orandı.

Derken TOKİ'nin hazırladığı video gösterilmeye başlandı. Lütfediyormuşcasına kurdela üzerine kurdela kesen bir başbakan portresi çiziliyordu ve işte böylesine güzel bir açılışın siyasete malzeme edileceğinin ilk sinyalleri orada alındı. Babamın biletiyle gittiğim için oturduğum tribündeki yaşlı oranı çok fazlaydı zira etrafımız klüp üyeleriyle doluydu ve çoğunluğu Galatasaray mezunu olan, 40 yaş üzeri bu insanlar bile yuhalamasa da "nıç nıç nıç" sesleriyle tepki göstermeye başladı. Haklılardı da, futbol dostluk, futbol kardeşliktir diye senelerce taraftar kavgalarını engellemeye çalışan devlet, resmen hükümetin piyonuymuşcasına gövde gösterisi yapıyordu. Yine de protestoların genel oranı en fazla %35, %40 seviyesine tırmanmıştı ki...


Toki başkanı Erdoğan Bayraktar konuşmasına başladı. En rütbeliden, rütbesize doğru sıralama yaptığı bir hitapla başlayan konuşma gözümüze normal görünmüştü, dinliyorduk. Birden kulaklarımdan şüphe etmeye başladım "Galatasaray Klübü gemişte ASY konusundaki kira yükümlülüklerini yerine getirmemiş..." ifadesini duyduğumda aptallıkla yalakalık arasında hiçbir sınır bulunmadığına kanaat getirdim. İşte bu cümle sadece klübü değil aynı zamanda daha yeni vefat etmiş, taraftarın gönlünde taht kurmuş Özhan Canaydın'ı da eleştiriyordu, klübün ve taraftarın bir başbakan uğruna harcanabilir olduğunun altını çiziyordu. Sonrasını çok net hatırlayamıyorum, bir ağız dolusu küfür ettim yanımda babamın olmasına aldırmayarak. Trafikte bile en fazla "salak" diye bağıran babamın cinsel yetilerine dair ağır küfürler ettiğini duydum, etrafıma baktığımda bütün o ağır davranması gereken, yaşlı üyelerin ayağa kalkmış ağız dolusu sövdüğünü gördüm. Bir yandan Ultraslan, konuşmayı piç etmek adına alakasız tezahüratlar etmeye başladı, öbür yandan Bayraktar sesini duyurabilmek için bağırmaya başladı ve konuşmanın ortalarına gelindiğinde içeride oturanların yarısı dışarıya sigara içmeye çıkmıştı o rezilliğe daha fazla katlanmamak için.


Kendisi de Galatasaraylı olan, TOKİ başkanlığı gibi bir mertebeye gelebilecek niteliğe sahip bir adamın o laflar karşısında en aristokrat insanın bile belden aşağı küfürler edebileceği noktaya geleceğini tahmin etmiyor olacağı düşünülemez. Bunu saf ve naif bir biçimde başbakanı savunmak olarak görmek, oradaki taraftara hakarettir. Tıpkı Davos olayında olduğu gibi "bakın başkanınız bile çıktı özür diledi sonrasında" demek ise artık naiflik bile değil, geri zekalılıktır kimse kusura bakmasın. Taraftar orada siyasi bir tepki değil, güzel bir gecenin siyaset ile ilişiklendirilmesine bir tepki göstermiştir. Osuruk bile siyasidir ancak bir stadyum açılışını hükümet propagandası haline getirmek de yüzsüzlüktür, densizliktir, klübe ve taraftara hakarettir.

Görüyorum ki bazı aklıevveler "ya ne olacağdı benim vergilerimle yapıldı" orası diyebiliyor. Onlara ASY arazisine yapılacak AVM'den kimlerin fayda sağladığını hatırlatmak dahi istemiyorum. Muhatap aldıklarımın zeka seviyesinin bu derece düşük olabileceğini ihtimaller dahilinde tutmak şahsıma hakaretim olur. Hatırlatmak istediğim tek şey şu; o stadyum uluslararası arena da senin gurur kaynağın olacaktır. Nasıl ki UEFA kupası finali Şükrü Saracoğlu'nda oynandığında Fenerli olsun ya da olmasın bütün ülke bununla gurur duyabilme yüceliğini gösteriyorsa, Dünya standartlarına uygun olarak yapılmış bir başka stadyum da bu ülkenin milli gururu haline gelmelidir.

İşte bugün insanlar stadyum içerisinde henüz çalışmayan plazma televizyonları, maç çıkışında 40bin kişinin 2bin, 2bin metro ile bilmemkaç seferde izdiham altında evine gitmesini, telefonların çekmemesini, kokteylde sunulan patlıcan kızartmasının lezzetsizliğini konuşmak yerine açılışın nasıl siyasete alet edildiğini konuşuyorsak bu açılışı yapanların terbiyesizliği ve basiretsizliğidir. Açılışta böyle bir rezalet yaşanmasına rağmen basın bunu oğru düzgün yazamıyorsa; bu hükümet yalakalığının ve hükümet korkusunun tavan yaptığı anlamına gelir. Galatasaraylı ya da değil, bu ülkede yaşayan her vatandaş bu durumdan rahatsız olmalıdır, olabilme basiretini göstermelidir.

Ben rahatsızım, o stadyumu başbakan açtığı için değil, etrafında bulundurduğu yalakaların o açılışı siyasi bir şova dönüştürme çabasından rahatsızım. Basının bunu açık açık yazmak yerine örtbas etmesi yavşaklığından rahatsızım. Henüz devir işlemlerini bitmemesinden, stad etrafında doğru düzgün ulaşım olmamasından, dolayısıyla dün gece yaşanılanların faturasının ileride oraya gitmeye çalışacak her vatandaştan acı acı çıkarılabilme ihtimali olmasından rahatsızım. Bu ülkede neredeyse bir asırdır; hükümet ile devlet arasındaki ayırımın yapılamamış olmasından rahatsızım. Stadyumdaki herhangi bir taraftar gibi düşünmek yerine oraya başbakan tarafından atanmış memur kimliğiyle gidebilen TOKİ başkanından rahatsızım. Nüktedanlıktan zerre anlamayan, kendisini sevmeyenlerin bile gönlünü kazanmak çabası yerine partisinin ve kendisinin reklamını yapmaya çalışan başbakandan rahatsızım. Bana geceyi zehir eden herkesten, her şeyden rahatsızım!




kendi çekmediğim resimler için twitter'dan ftw1905 mahlaslı arkadaşımıza teşekkür ederim.