22 Aralık 2010 Çarşamba

Dünyanın En Yakışıklı Adamı

Bugün yazmayı düşümüyordum aslında ama iki dakika önce Sözeri'den sigara almış dönerken 78'nci Yurdun odalarından birinin camında vazoya konulmuş bir demet kırmızı gül görünce yazmaya karar verdim. Hayatım boyunca 3 erkekten çiçek alma şerefine nail oldum ve her ne kadar üçü de özel anlar olsa da hiçbiri birinci adamın yerini tutamaz. Babamdan bahsediyorum tabii ki, benim için en özel olan adamdan. Hakkında daha önce de yazdım ve daha ne kadar yazarsam yazayım kelimeler anlamsız kalacak biliyorum; ama olsun, ben bugün babamın bana getirdiği çiçeklerden bahsetmek istiyorum.

Her kadının babasıyla ilgili unutamayacağı anları vardır, ama yine de kimse kusura bakmasın, dünyanın en muhteşem babası benim babam. Ben kocaman bir kız olup; tek başıma Ankara'ya yerleşene dek her pazar sabahı 5'te uyanıp, önce Belgrad Ormanı'nda koşuya giden ve 6 km koştuktan sonra duş dahi almadan ta Silivri'ye gidip yazlığımızın bahçesinde özenle yetiştirdiği güllerden bir gonca keserek pazar kahvaltısına sırf benim için yetiştiren bir adam sade ve sadece dünyanın en muhteşem babası olabilir. 10 yaşıma gelene dek bıkmadan, usanmadan her akşam yatağa benimle birlikte uzanıp bana kendi uydurduğu masalları anlatan bir adamdan söz ediyoruz, ki inanın hayal gücü gerçekten zayıf bir adamdır benim babam. İstanbul'a Starbucks açıldıktan sonra 2 sene boyunca her akşam yemekten sonra benim için Akmerkez'e yürüyüp bana Chocolate Frappe ve Very Berry Muffin alan bu adam; ameliyat masasından kalkıp narkozdan ayılır ayılmaz beni havaalanından almaya gelecek kadar da gözü karadır hani söz konusu ben olunca, taksilere bile emanet edemez beni.

Karşımda iki kere ağladı bugüne dek; ki annem ameliyat olduğunda bile ağlamadığına bahse girerim. İlki ben Ankara'ya taşındığımdaydı, koskoca adam karşımda resmen "gitme kızım Ankara benim için çok uzak" diye salya sümük ağladı, evet. İkincisi daha da vahimdi, babaannemi kaybetmiştik, en yakın arkadaşı Gürkan Amca iki hafta sonra durup dururken vefat etmişti ve bu iki ölümden 10 gün kadar sonra babamla havaalanı yolundaydık ben New York'a taşındığım için. Yine bir "gitme" ağlamasıydı anlayacağınız ve hayatımda hiçbir insanın gözyaşları bu kadar masum, bu kadar içten, bu kadar... ...olamazdı.

Kadın erkek demeden, herkes annelerine ayrı bir düşkündür ve dünyanın en rahat kadını bile babasıyla belli bir mesafeyi korur değil mi? Bizim durumumuz öyle değil işte, ben ilk erkek arkadaşımı babama anlatmış, ondan tavsiyeler dinlemiştim. Annemin üzerimdeki emeğini asla yiyemem, ama diyorum ya babamın yeri apayrı.

Neticesinde bu adam Ulus'ta fellik fellik altlı üstlü satılık iki daire arayan bir adam. Yedi yıldır evden uzak yaşamama rağmen evlendiğimde alt katında oturacağıma dair iflah olmaz bir umudu var bebeğimin. Ve işte tam da bu sebeple okulumun bittiği gün İstanbul'a tekrar yerleşeceğim, bakanlıkta meslek memuru olmak gibi hayallerimi bir kenara bırakıp yavru ceylanımın kollarına döneceğim ben.

Biraz da her pazar kahvaltısından önce yastığıma bırakılan gonca gülü özlemiş olabilirim tabii. Bu arada babam hala ben Ankara'da dahi olsam o goncaları keser, kurutur ve ben tatil için İstanbul'a döndüğümde yastığıma bir adet taze goncayla beraber bırakır.

Peki ben ne yaptım bugüne dek bu muhteşem adam için? Düşünüyorum da mektuplar yazıp aşkımı dile getirmek dışında pek de bir şey yapmadım aslında. Dünyanın en çalışkan insanı olmadığım için hiçbir zaman mezuniyet töreni konuşması falan yaptığımı göremedi mesela. Liseden bu yana bi yerlerden ödül falan kazanmışlığım da yok. Babalar günlerinde hazırladığım ufak tefek süprizler dışında hiçbir şey sunmadım O'na uzun zamandır. Yine de bıkmadan, usanmadan seviyor beni.

İşte böyle beyler bayanlar. Bugün size babamı anlatmak istedim gülleri görünce. Bir kez daha bahsetmek istedim bu muhteşem adamdan. Bitti, dağılabilirsiniz...

:)

16 Aralık 2010 Perşembe

Dizi Dizi İnciyim, İzlemede Birinciyim

Uzundur aklımda vardı bu dizi yazısı, hazır yeni bölümleri de gelmiyorken bir liste çıkarıp yazayım istedim. Bugünkü ikinci makalemiz: yeni başlayanlar için Amerikan dizileri.

Hiçbir diziyi atlamayayım diye de tab açtım kenarda, diziport listesine bakıyorum. İlk sırada gözüme Ally McBeal çarpıyor. Elbette ki artık izlediğim bir dizi değil, ama kesinlikle benim jenerasyonumun kültlerinden olduğu için saygı duruşunda bulunmak istedim. Hala theme songlarıyla yaşayan, canı sıkıldığında ugha-chaka bebeği düşünen bir genç kızım neticesinde. 20 yaş altı gençler bu diziyi bilmezler, ancak merak edip de izlemek isterlerse söyleyebileceğim tek bir şey var: The Simpsons, Seinfeld ve Married with Children'la beraber CNBC-E kültürünü hayatımıza sokan dizilerdendir, batağa dördüncüdür, net.

Bu ufak saygı duruşundan sonra hali hazırda vizyonda olan Blue Mountain State'e geliyor sıra. Öyle devamlı takip edilecek bir dizi değil açıkçası; hani biriktireceksin bir kenarda ve sezon arası tatillerinde atıştırmalık niyetine izleyeceksin. American Pie fenomeninin ünivesitedeki futbol ortamına uyarlanmış orta karar başarıda bir taklidi gibi. Hani "sex sells" der ya gavurlar, işte öyle bir kafa.

Arada bir Buffy the Vampire Slayer gördüysem de üzerinde çok duramayacağım. Joss Whedonsız yeni versiyonu yakında ekranlarda olacak ama. Buffy olarak da Glee'deki aptal sarışın amigo kızı düşünüyorlarmış, ki o kızcağız bence Glee'de kalmalı.

Yine bir vizyon dizisi olan Chuck hakkında söylenebilecek fazla bir şey yok. Yıllardır reyting savaşı veriyor, kaldırıldı kaldırılacak diye insanın yüreği hop hop ediyor. Bitmesi hayatımda bir boşluk yaratacak, onu itiraf etmeliyim ancak Chuck'ın annesinin de ortaya çıkması ile daha fazla aile draması yaratamayacaklar. Belki Chuck ve Sarah evlenirse falan biraz Mr. & Mrs. Smith tadı yakalanabilir, o kadar. Diziye kesinlikle taze kan gerekecek ve o taze kan da Casey'le fırtınalı bir aşk yaşan eski sovyet ajanı olsa tadından yinmez bence.

Bir de ikinci sezonunu sabırsızlıkla beklediğimiz Covert Affairs var ki, ben çok özledim açıkçası. Sevmiyorum dizilerin arasına başka diziler de çekebilecek kadar uzun vakit verilmesini. Flashforward gibi efsane bir biçimde başlayan dizinin tarihin tozlu sayfalarına gömülmesinin tek sebebi buydu, yapımcılar artık uyanmalı duruma.

Aaaah ve sevgili Eureka. İzlediniz mi hiç bilmiyorum, asla bir Lost gibi, Grey's Anatomy gibi fenomen olamadı. Ama neredeyse onlarla yaşıt. Benim gibi az birazcık bilim delisiyseniz ve izlemeyi en çok sevdiğiniz tür komedi ise bu diziyi kesinlikle tavsiye ederim. Gerçekten günde 3 vakit izlesem sıkılmam, o kadar harika bir dizi kendisi. Her ne kadar Amerikan milliyetçiliğinin dozunun kaçtığı bölümler olsa da, o kadar kusur kadı kızında da olur diyor insan.


Bilim delisi demişken Fringe var bir de tabii. Açıkçası son sezonu sizi de baymadı mı bu dizinin? Ben artık görev icabı izlemeye başladım neredeyse. Paralel evrenler arası geçişler falan çok gereksizleşmeye başladı. Bir an önce eskisi gibi tek bölümlük vakalar üzerinde duymaya devam etseler baya hoş olur. Ayrıca Broyles & Nina Sharp dramasını da özledik sevgili senaristler; haberiniz olsun.

Ve Glee! İşte bu gerçekten içimi ısıtan, beni yaşama şevkiyle dolduran bir dizi. Hakkında çok fazla kelam etmeye gerek yok. Kerameti kendinden menkul. Gerçi yeni nesil bilir mi bu deyimi bilemedim şimdi; speaks for itself diyelim bari. Schuster gibi birini görürseniz sokakta beni arayın ayrıca.

Mmm, Gossip Girl. Adı her ne kadar Küçük Sırlar saçmalığı yüzünden lekelense de, fenomenleşmeye aday diyebiliriz. Yalnız ana karakterler o kadar çok birbirleriyle yatıp kalktı ki, döngüye sıfırdan başladılar. Dan ve Serena tekrar bir araya gelirse bayabiliriz ki, Blair ve Chuck bile kurtaramaz artık diziyi.

Sırada baya baya fenomenleşmiş bir başka dizimiz var: Grey's Anatomy. Bu diziden bambaşka bir blog yazısı bile çıkabilir aslında, o kadar takdire şayan. Diziyi bu kadar mükemmel yapan şey ise karakterlerin sürekli olarak değişmesi. Bir de Christina'nın sanrıları son bulursa, tekrardan tadından yinmeyecek hale gelecek.

Ve Haven. Hakkında söylenebilecek tek bir şey var: bir an önce yeniden başlasın artık aaaaaa!

Hawaii 5-0'ya gelince. Dizi Hawaii'de çekilmese; 31 olsa çekilmeyecek bir kıvamı var. Ana konudan iyice uzaklaştılar ve baymaya başladı. Artık şu kutunun sırrı çözülmeli.

Yine bir çıtır çerez dizi; Hellcats. Yani sabırsızlıkla bekliyorum diyemem ama bir BMS gibi de itin götüne sokmak emeğe haksızlık olur. Dizide sürekli bir aşk entrikası olması bir sonraki bölümü es geçememenizi sağlıyor ama sabırsızlıkla da bekletmiyor maalesef.

Yine yeni sezonu sabırsızlıkla beklenen başka bir şokella dizi ise Hot in Cleveland. Elka gibi bir karakter hepimizin hayatında olmalı kesinlikle. Zaten Elka olmasa dizi Elka'nın memelerine benzeyebilirdi.

Ve House MD. Açık söylüyorum; baymaya başladım. Senaryo her bölümde aynı; vaka gelir House lupus der, lupusu kanıtlayamaz, kanseri denerler, olmadı beyin anevrizması. Son 15 dakikasında bi bakarsın boktan çükten bir hastalıktır hep ama bişeyler bastırmıştır onu falan fişman. Peh.

HIMYM hakkında çok da söz söylemeye gerek yok. Senelerdir sabırsızlıkla bir sonraki bölümü bekliyoruz ama artık şu annenin bacaklarını da görelim ya, sadece ayakla olmuyor yani. Ha bi de Robin Sparkles daha fazla yer almalı, hehe. 

Listenin ortalarına geldik ve sıradaki dizimiz Hung. Hakkında fazla konuşmak istemiyorum; bu diziyi sevmek istiyorsanız başlayın ve ikinci sezonunu izlemeden bırakın. Baydı.

Melissa and Joey ise bu sezon aramıza katılan çiçeği burnunda dizilerimizden. Çocukluğumda Melissa Joan Heart'ın Clarissa ve Sabrina'sıyla büyümüş bir insan olarak kendisine tekrar ihtiyacım olduğunu bu diziyle fark ettim. Özlemişim, şokella.

Veee Merlin. Benim gibi peri büyü meraklısı bir insan için gayet tatmin edici bir dizi. Yalnız Morgana'nın entrikaları artık baymaya başlamıştı, nihayet küçük entrikalardan vazgeçip yönetime el koymaya karar verdi de şenlendik son 1-2 bölümde. Keep goin' bitch.

Yine M&J tadında, yepisyeni bir dizi: Mike and Molly. Obezite dışında hiçbir problemi olmayan iki şeker mi şeker insanın; insanı kaptırıp götüren şahane aşkı. Yan karakterler de baya komedi. Tavsiye edenzi.

Bir başka fenomen adayı var sırada: One Tree Hill. CNBC-E de gösterildiği zamanlarda uyuz olurdum ben bu diziye ve geçen sene başlayıp ne kadar çok şey kaçırdığımı fark ettim. Eksilen bütün oyunculara rağmen sürükleyiciliğini koruyor maşallah. Bir de dizinin müzikal yönü var ki Dawson's Creek nesli olan bizler bunun önemini gayet iyi biliriz.

Ah bir ara sarıp sonra çok baydığım bir dizi: Persons Unknown. Malesef yine bir Flashforward vakası, işin kötü yanı ben izlerken sezon arası da vermemişlerdi. Plot hikaye gayet güzel ama 6 bölüm sonra bayıyor. Zorla Lost yaratma çabası adeta. Cıks.

Pretty Little Liars var bir de, yeniden başlamasını sabırsızlıkla beklediğim. O kadar güzel başladı ki, oturup kitaplarını da alıp okudum. Allah'tan The Vampire Diaries gibi bir hayal kırıklığı değil.

Rizolli & Isles, başlamasını sabırsızlıkla beklediğim bir başka dizi. Ortada kocamaaaan bir kurgu yok, minik minik olaylardan oluşuyor ama iki karakter o kadar arızalı ki ortaya hoş bir dizi çıkıyor netice itibariyle.

Ah ah listeye bakarken arada bir Samantha Who gördüm, ki kendisi aramızda çok tutunamamıştı, teey tey. Ama boş vaktiniz varsa tavsiye ederim, yayından kaldırılması büyük haksızlıktı resmen.

The Big Bang Theory var bir de, sadece Sheldon Cooper karakteri için bile izlenebilir. Kerameti kendinden menkul başka bir arızalı bilim dizisi. Nays.

İki satırdan fazla kelam edebileceğim bir başka diziye geldik. The Good Wife; tıpkı Grey's Anatomy gibi içinde absürdlük barındırmadan sizi içine çekebilen bir hikaye. Politik entrikalardan haz duyuyorsanız ve politikanın en küçük kademede bile nasıl yozlaştığını görmek istiyorsanız; aradığınız dizi bu.

Arada The Gates gibi yayından kaldırılan ama bence izlemesi oldukça keyifli bir başka hikayeyi atladık. Klasik bir doğaüstü fenomen dizisi; vampirler, kurtadamlar, cadılar... Ama baymıyor, baymadan izlettiriyordu kendini. Yazık oldu.

Ve yine yayından kaldırılan The Philantrophist. Bana kalırsa bu haliyle bile arşivlik, hoş bir dizi. İnsanlığın ölmediği anlarda bile aslında ne kadar ölebildiğini gösterebiliyordu, velhasıl kelam güzeldi be.

Sonlara doğru gelirken sırada The Vampire Diaries var; söylenecekse tek bir söz: kitabı oku, diziyi izleme.

Ve sırada Two and A Half Men. Senelerdir başarılı bir şekilde kendini izletmeyi beceriyor ama aksiyon, entrika arayanlar için yanlış seçim. Komik mi, ziyadesiyle. Çok mu farklı, pek söylenemez.

Şu ana dek alfabetik sırayla gittim ama en yeni bitirdiğim diziyi de en sona saklamak istedim; Modern Family. İnanılmaz başarılı bir komedi dizisi. Homofobik olanları bile eşcinsellerin dünyasıyla barıştırabilecek kadar dozunda espriler, sınırda yaşayan karakterler, ergenlik sanrıları içinde genç kızlar ve küçük aptallar. Sade ve yalın bir Amerikan aile komedisi. Gerçekten çok başarılı, kesinlikle izlenmeli.

Ya o değilde, hakikaten ne kadar çok dizi izliyormuşum ben yahu. Onu fark ettim, yazıyı yazarken; masaya dayamaktan sol elim uyuştu resmen.

Limbik Limbik Geliyorlar

İnsan vücudunda limbik sistem diye bir mekanizma var; insanı insan yapan sistem dersek doğru bir tanımlama olabilir. Düşündüğümüz, hissettiğimiz her şey buraya bağlı. Yani benim şu an bu klavyeyi hissetmemin de sebebi limbik; bu satırları yazarken bastırmaya çalıştığım agresyon da. Yalnız henüz bilim adamlarının fark edemediği bir şey keşfettim ben. Bu limbik sistem her insanda %100 çalışmıyor, denedim yani, Facebook onaylı böyle; bazılarında ye, iç, sıç, yat mekanizması hakim. Eh işte araya amigdala da kaynarsa; belki bi sevişme, belki bir abazanlık giderimi falan. He canım he, seks yemek içmek gibi önemli bir ihtiyaçtır he, sen kız kardeşinin yemini suyunu ver sadece, ama cinselliğin senin ihtiyacın olduğuna inan, evet çok mantıklı gerçekten.

Mantık demişken; sabah aklımda mantık süzgeçlerime dair bir yazı vardı aslında. Bilgisayarın başına geçtiğim yarım saat içinde hemcinslerimin mantık süzgeçlerini masaya yatırmaktansa, her zamanki gibi karşı cinslerimi masaya yatırıp kesip biçmeye meylendim. Neticesinde son 7 gün içimde hayatıma 4 yeni erkek katıldı, şimdi onlar hakkında verip veriştirmezsem alınırlar; değil mi?

Bu erkeklerden en gereksiz olanıyla başlamak gerek. Gerçi kendisi bu satırları okuyamayacak bir yerde vatani görevini yapıyor, sağolsun. Hiç istemediği halde büyük bir hevesle şevklendirdi kendini ve gitti. Hehe, kendisi baya baya süt çocuğu olduğu için; geldiğinde içinin aynı şevkle dolu olduğundan bahsedemeyeceğim maalesef. Her neyse, konudan sapmayalım; şimdi bu düğmesine zarar gerse 6 aydan başlayan insan evladı, diğer her yurdum erkeği gibi gitmeden önce bir meme depolayayım, bir ancuk görüntüsü biriktireyim tribine girdi. Dikkat çekilmesi gereken bir diğer nokta ise bu beybinin aslında senelerdir ortamlarda "çok seviyorum arkadaş yea" tribine girmesine sebep olan bir kız arkadaşı olması. Bana geliş bahanesi çok enteresandı tabii, muhtemelen bir sevdiceği olduğunu bildiğimi bildiği'çün "askere gitmeme 10 gün kala terk edildim böhüheahü" tribiyle geldi canom. Ah tabii, siz bilmezsiniz, ben bu çevrede sevgilisinden ayrılan erkekleri avutmaktan sorumlu müsteşar olarak bilinirim. Yüce Rabbim sizlere o pipiyi verirken, beraberinde nasıl bir ego vermiş ki; bu triplerle kıza çakarım, karnım doyar işime bakarım zannediyorsunuz. Yüce Rabbim, bana nasıl bir ego vermiş ki, siz renkten renge girerken; altıma sıça sıça izliyorum sizi. Bugüne dek bütün hesaplamaları %100 tutan bir altıncıhisli olarak söyleyebilirim ki, 6 ay sonra Bağdat'tan dönecek bir yanlış hesapla karşı karşıyayız. Gerçi bebe askerliğini Bağdat'ta yapmıyor ama olsun işte, lafın gelişi, anladınız siz onu.

Bir diğer yarım akıllı ise pek sevgili arkadaşlarımın Mr. Big ve Karadul lakaplarını taktığı yüce şahsiyet. Gerçi ne yalan söyleyeyim bu yavru ceylanı zamanında bir hemcinsim fena üzmüş, buncağızım da bütün hayat gayesini kaybetmişçesine dolanıyor şimdi ortalıklarda. Düşene bir tekme de ben vuramayacağım hayır, en iyisi bir an önce umudunu geri kazanmasını tavsiye edip, sağlam bir dostun yapacağı gibi telkinlerde bulunmak.

O halde üçüncü şahsiyete geçiyoruz. Tee aylar önce, sevdiceğim varken bana asılacak kadar ahlaksız bir şahıs. Ama onu buraya konu eden şey ahlaksızlığı değil, dangalaklığı daha çok. Sevdiceğim varkene bana açık açık "benim dosta ihtiyacım yok yeaaaa" tribiyle ya herro ya merro diyen bu genç, söylediklerinden utanmış, pişman olmuş bugünlerde. En azından iddiası bu yönde. Bense daha çok "he biz dün sinemaya gidiyorduk değil mi yea" diyorum bu duruma. Utanmış ve pişman olmuş bir adam, bu gazla verdiği sözlerin ardında durur. Neyse; madem yeniden bana sarmış, o halde tekrardan bu satırları okuyacağını varsayarak söylüyorum ki, kalıbı zaten küçük olan bu genç kalıbına sığmayı bile başaramayacak bir basiretsiz aynı zamanda. Hatırlar mısınız, bir zamanlar erkeklerin erkek gibi davrandığı, sözlerinin arkasında durduğu, efendi bir profil çizmekten zevk duyduğu bir dönem vardı, işte öyle bir şey...

Ve tabii ki assolisti en sona sakladım gençler. Egonun bir insanı nasıl vezir de, rezil de edeceğinin göstergesi olan bu şahıs son 2-3 gündür hayatımda drama queen boşluğunu doldurdu deyim yerindeyse. Tuğba'nın yarattığı o özlenen boşluğun tam dibine oturup, entrikalarıyla zevkten dört köşe yaptı beni. Yalnız bu olayda anlamadığım bir şeyler var; yani siz erkekler gerçekten bu kadar sosyal zeka özürlüsü müsünüz? Bir insan hali hazırda tanışan bir kıza ayrı, diğer kıza ayrı oynuyorsa neden sonucunda kızlardan birinin bu bilgiye vakıf olacağını düşünmez ki? Sonunu değil de donunu düşünerek kahraman olacağını zannetmek nasıl bir naifliktir ki; rutin olarak hayatıma sürekli böyle donlu taytlı kahramanlar giriyor hep. Aaah ah Süperman, hep senin yüzünden. Bu çakma egoistlere söylenebilecek tek bir söz var aslında. Yaz kızım, gereği düşünüldü. Sanık çok bilmiş donlu kahraman, zamanında kadınlar tarafından çok hırpalanmış olup, oynanan egosunu tatmin edebilmek amacıyla oynamaya çalıştığı kızlar... Eah baydım, kısa keseceğim. Arkadaşın özgüveninin zamanında içine sıçmışlar, o da böyle küçük küçük tatminler peşinde koşuyor. Götü ayrı, başı ayrı oynuyor işte.

Şimdi bu son paragrafta toparlamak gerek değil mi bütün yazıyı? Toparlıyorum o halde, hepiniz aynı bokun lacivertisiniz. Aranızda bir parliament mavisi bulursam hani birazcık daha parıldayan, belki o zaman düşünebilirim.

6 Aralık 2010 Pazartesi

One Might Stand

Tek gecelik münasebetlerin en büyük falsosu; taraflardan birinin diğerinden kayda değer bir biçimde hoşlanmasıdır. Sonuçta seks; taraflar birbirlerini tanısınlar ya da tanımasınlar; insanların yapabileceği en özel paylaşımdır ve inanılmaz derecede yüzeysel tutulsa bile; taraflardan biri diğerinden hoşlanabilir, hatta aşık bile olabilir.

İşte "one night stand" tabiriyle literatüre geçen bu tarz spontane seks ilişkileri bir anda taraflardan birinin bakakaldığı bir hal alabilir. Ben bu duruma "one might stand" demek istiyorum ufak bir haf farkıyla. Bu büyüyü yaratan da inanın aslında bu ufacık harf kadar ufak bir şey. Adamın performans başarısı da olabilir, seksi sevişmeye dönüştürebilecek ufacık bir söz de. Kişisel gözlemim; genellikle aşk hayatındaki yaraları büyük olanların bu girdaba sürüklendiği. Uzun zamandır sevgilisi olmayan adam; seks sonrası uyuma evresinden bile etkilenebilir. One night stand ilişkilerden sonra tabakhaneye bok yetiştiriyormuşcasına kaçmamızın sebebi de budur. İnsan; davranışlarını kötü tecrübelerinden yola çıkarak şekillendiren bir varlıktır, ve daha önceden yaşanılan hüsranlı bir one might stand; kişiyi bu acele kaçışa sürükleyebilir.

Benzer bir şekilde, ejekülasyon sonrası yabancılaşma evresinin suyu da çıkabilir. Bu genellikle düzenli seks partneri adayları arasında; ilişkilerine ilk başladıkları evrede görülür. Adam çok bağlanmasın, yapılan seksten; seks dışında bir anlam çıkarmasın motivasyonuyla uygulanan yersiz ve densiz hareketler bütünüdür aslında. Genellikle taraflar zaten hali hazırda aynı ortamın insanlarıdır, ya ilişkilerinin boyutu anlaşılmasın diye ya da karşı taraf sekse; sevişmek gibi bir anlam yüklemesin diye birbirlerini aşağılamaya ve kırmaya yönelik hakaretler ederler. Bu hakaretler illa ki sözlerle olmak zorunda değil. Beş dakika önce vücut dilinden şehvet akan bir adamın; seksten sonra bir anda sizle köşe kapmaca oynamasının başka bir izahı yok. Kuvvetle muhtemel, daha önceden yaşadıkları bir kötü tecrübedir bunun izahı. Ya hoşlanmışlardır, ya da hoşlanılmış olanlardır.

Oysa bu tutumun yanlışlığını sorgulamaya gerek dahi yok. Medeni insan taksiden inerken iyi günler dileyebilen, ekmek aldığında satıcıya teşekkür eden, çağrı merkezini aradığında bile merhaba demeyi unutmayan insandır. Hele ki seks gibi en özel paylaşımın yapıldığı bir insana, iş bittikten sonra değersiz ve gereksiz muamelesi yapmanın verilebilecek hiçbir özürü yok aslında. Odunluktan başka bir şey değil. Performanstan memnun mu kalmadın? İnsan gibi davranır ve bir daha aynı kişiyi tercih etmezsin, olur biter.

Ha bir de "istemeden oldu, anın büyüsüne kapıldım" insanları var, ki o insanlar ciddi anlamda kendilerini kandırırlar. Şöyle bir geriye baktığımda, ben nedense hiç bu tarz bir pişmanlık yaşamadım. Sırf sarhoş olduğum için, kimsenin elini dahi tutmadım. Bu kişinin kendini kandırmasından ibaret bir bahanedir sadece. İstemişsindir, götüne güvenmişsindir, sonrasını düşünebilecek kadar akıllı ya da düşünemeyecek kadar aptalsındır ve yaparsın. Yapmayacak kadar, kendine hakim, öngörülü insanlar sokaklarda gezerken "10 tequiladan sonra yiyosa dene" yaklaşımı ne seni, ne de partnerini bir sonuca ulaştırır; kendini doğru düzgün yargılamanı bile engeller. İnsan; kendisini anlamlandıramayacak kadar da zayıf olmamalıdır.

İşte bu yükü kaldıramayacak, kuralları baştan, GERÇEKÇİ bir biçimde belirleyemeyecek insanlar, one night stand türevi bir ilişki sonrasında one might stand olmaya mahkumdurlar. Karşındakiyle evlenmeyi düşünmene gerek yok, en ufak bir gelecek parıltısı görüyor ve bunu bile bile baştan her şeyi mahvetme ihtimalini göze alıyorsan sonucunda o yoluna devam ederken, arkasından bakakalmaya da katlanacaksın. Kadın erkek demeksizin, seks insanın başını döndüren, gözlerini karartan bir büyüdür; sabırsız davrandığın için burnunun ucundaki gerçeği görmeyebilir; sonrasında da gözlerin karardığı için bir süre daha kaybedenleri oynayabilirsin. Bu benim gözümde, asla alabileceğim bir risk değil. Hayatım ve kalbim; 3 kuruşluk zevkimden daha değerli ve onu hiçbir insanın, hele hele güvenilmeyecek erkeklerin mahvetmesine izin vermem.

Her insanın zaafiyetleri, zayıf noktaları vardır. Benim de var. Ama ben bunların neler olduğunu bilerek ve kendime hatalarımla ya da doğrularımla saygı duyarak yola çıkıyorum. Bedenimin güzelliğinin fani olması, ruhumdaki güzellikleri de kirletmem gerektiği anlamına gelmiyor, biliyorum. Korkularım, çekincelerim ve güvensizliklerim var; kendime ya da başkalarına karşı olması da bir şey değiştirmiyor. En ufak ihtimali bile hesaplayarak, kontrollü bir şekilde yaşayıp acıları kendimden uzak tutuyorum. Çünkü ben acı çekmekten beslenmiyorum, acılarımdan narsistçe bir haz almıyorum. Böylelikle arkama baktığımda, "keşke"ler bırakmamış oluyorum, "iyi ki"lerimle mutlu bir hayat yaşıyorum. Acılarından bıkan, tekrar tekrar aynı hataları yapan insanların en büyük sorunu; kendini korumak adına suçu başkalarına atmaktır. Kendini dürüstçe suçlayıp, sorgulayabileceğin durumları önceden görebilmekse, ihtimalleri ciddi ölçüde azaltır.

29 Kasım 2010 Pazartesi

Wikileaks Belgeleri

Normalde burada siyaset yazmayı çok sevmiyorum, nitekim bu yazı da op-ed tadında bir siyasi özetlemeden ziyade, okuduklarımdan sonra benim ne hissettiklerim olacak. İlk söylemem gereken şey sanırım belli; "günaydın", gerçekten bilmediğimiz, görmediğimiz şeyler mi sızdırıldı wikileaks sayesinde? Hükümet yanlılarının işine gelmeyecek belgeler oldukları kesin, ama zaten Türk halkı hükümetin yolsuzluklarına gözlerini yummadı mı seneler önce? Saçımız ak mı kara mı görmek için berbere gitmemize gerek yok, ortada ta İBB başkanlığından beri gülgür güldür yolsuzluk yapan, her ağzını açtığında saçmalayan bir Tayyip Erdoğan gerçeği var. Ve bir de kankileri tabii ki.

Benim kafamı daha çok kurcalayan soru bu sızıntının neden şimdi yapıldığıyla ilgili. Aylardır AKP hükümetinin ABD'nin gözünden düştüğünü zaten söylüyoruz. İsrail ile yaşanan gerginlikler zaten bunun bir kanıtı. Türkiye hükümet tarafından bir eksen değişimine zorlanıyor, hükümet devlet politikasını değiştirebilecek radikallikte eylemlere imza atıyor, mevkisinde devleti temsilen bulunan Gül hükümet şakşakçılığı yapıyor; zamanında 3 kuruşa toprağını satan Filistinliler için tarihten bihaber halk gözyaşları döküyor... İşte aylardır bir şeyler oluyor da neden bugün bu kadar alenileşiyor bu olay? Ben bunu merak ediyorum.

Gerçekten wikileaks'in inanılmaz bir küresel komplo olduğunu düşünmeyen var mı, buna inanabiliyor musunuz? Google bile sıçtığım bokun muhteviyatını bilebilecek kadar hayatıma hakimken, mümkün mü ABD'nin sızdırılmasını istemediği belgelerin sızmasına izin vermesi? Zamanında Rusya ile Küba'da devasa bir kriz yaşamayı göze alabilen, SSCB'ye blokaj uygulayabilen bir ABD'den söz ediyoruz, unutmayalım bunu. Koynunda yatan adamla iletişiminin kesilmesi bile ufacık bir emre bakar, ABD bu sızıntıları mı engelleyemeyecek sanki? Yok yok, komplo teorisyeni değilim ama düşmanla savaşmanın ilk kuralı düşmanı iyi tanımaktır, unutmamak gerek.

Yok Aliyev Nabucco'ya dair sıkıntısını dile getirmiş, yok İsrail Türkiye'deki eksen kaymasından olan hoşnutsuzluğumuzu belirtmiş. Ayol dünyanın gözünün önünde adamlar temsilcimizi tabureye oturttular, şimdi de alenen tabureyi ters çevirdiler ve tekrar oturun diyorlar.

ABD kim ki bütün bu yaptırımlarda bulunabilecek gücü olsun gibi bir şüphe gelebilir aklınıza. Evet adamlar son birkaç senedir sürekli hazinelerinden yiyorlar, ekonomileri sıçmış durumda, savaşa dayalı bir ekonomik gelişme gösterebildikleri halde Irak ve Afganistan yüzünden kendi sıçtıkları boku yiyecek hale geldiler ama unutulmaması gereken çok önemli bir şey var. Sağıma bakıyorum iPhone, önüme bakıyorum Windows, şu an bu yazıyı yazdığım site bile bir Google ürünü, soluma bakıyorum Imperial Tobacco ürünü bir sigara pakedi. Sittin sene hazinesinden yese yine emperyal bi güç ABD, gene yediğim ekmekten sıçtığım boka kadar hakimiyeti var benim üzerimde.

Eh işte bu yüzden ben Wikileaks belgeleri doğru da olsa, ne, neden, nasıl, kim sorgulaması ihtiyacı hissediyorum. Cennetteki elmadan farkı yok gözümde, yemesi an itibariyle lezzetli ama cennetten kovulmamız da an meselesi.

25 Kasım 2010 Perşembe

U-MUTSUZLUK

Romantik olmamam, duygularım olmadığı anlamına gelmiyor elbette. Var, hatta o kadar fazlalar ki bu aralar, bana bile çok geliyorlar. Özetle söylemek gerekirse, bu aralar mutsuzum ve hatta umutsuzum. Hangimiz gerçekten mutlu ki gibi gerekçelerle gelmeyin bana, etrafımdaki 10 insandan 8'i mutsuzdur ama gülümsemek için sebepleri vardır. İşte ben o sebeplerimi de kaybediyorum yavaş yavaş.

En yakın arkadaşlarımla bile konuşamaz oldum bu konuda; çünkü mutlular ve benim mutsuzluğumla onları sıkmaya gerçekten hiç hakkım yok. Kaldı ki, ergen triplerine girmenin de bir alemi yok. Hala bir şeyleri istediğim şekilde başaramamış olmaktan dolayı mutsuzum. Gözlerimi kapattığımda kilometrelerce öteden bile olsa yanımda olacak bir erkeğim olmadığı için huzursuzum. Canımdan çok seveceğim evlatlarım olmadığı için umutsuzum. Garip şeyler bunlar tabi, "yaşın 23 ulan, hele bi soluklan" diyenler de çıkacaktır ama işte demek ki yetmiyor.

İnsanlar benim genelde bu hallerimi pek görmezler. Her daim kahkaha atan, her olayda gülecek bir şeyler arayan bir kızım. Bu kadar çok gülümsememin sebebi de bu sanırım. Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunda, yolunda gidiyormuşcasına hayata feyk atmayı benden güzel başarabilen bir insan daha tanımıyorum. Uyandığımda yüzüme taktığım maskelerimi gerçekten seviyorum ama bazen yetersiz kalıyorlar işte. Bu yetersizlik yazdırıyor bana bu satırları.

Geriye dönüp baktığımda ciddi anlamda pişman olduğum hiçbir şey yaşamadım. En azından elimde gurur duyabileceğim bu var. Geçmişimde hesaplaşmam gereken hiçbir şey yok bu da benim bugünü yaşamamı sağlıyor. İşte bir de geleceği yaşayabilsem, gerçekten mutlu olacağım sanırım.

Neyse. Zaman. İlaç değil mi? Bende çok fazla kalmamış gibi hissetmem de normal o zaman.

10 Kasım 2010 Çarşamba

10 KASIM


Bugün başka bir şey yazmak istemedi canım. Kıyamadım. Hüzün doldum gene, özledim hücrelerimin son mitokondrisine kadar. Yeminler ettim tekrardan sana layık bir evlat olacağım diye. Bunları yazmak istedim sadece...

Olmuyor Ata'm. Sendeki gücü kendimde bulamıyorum. Çırpınıyorum izinden yürümek için, ama memleket öyle hainlerle dolmuş ki, korkuyorum. Ölmekten değil, yanlış anlaşılmaktan korkuyorum. Nefret edilmekten değil, hedef olmaktan korkuyorum. Senin mirasın uğruna çıktığım bu yolda; senin adını yanlış anlaşılarak lekelemekten ödüm patlıyor Ata'm. Seni yanlış anlatmaktan korkuyorum.

İnsana olan sevgini anlıyorum. İnsanların içindeki iyi niyeti her halükarda görebilme yeteneğine hayranım. Deniyorum senin gibi, çabalıyorum, yardım edebilmek için didiniyorum ama yakın çevremdekiler bile göremiyorlar bunu Ata'm.

Devrimlerinin izinden yürümeye çalışıyorum, bundan 100 sene sonra bile zamanın ötesinde fikirlerin olacağını görebiliyorum; ama ölümünden 72 yıl sonra bile senin görebildiğin o parlak geleceğe ulaşamamış bizlerin hata yapmasından korkuyorum. Senin güvendiğin bu millet, an be an mirasından yiyor Ata'm. Senin verdiğin özgürlüklerle, sanki sen bu özgürlükleri lütfedip vermişcesine seni yermeye çalışıyorlar Ata'm, ben utanıyorum. Senin; insanlara hakkı olanı verdiğini düşünüyorlar sadece, ihtirastan hırstan feragat ederek bu vatanın evlatlarını kucaklayabildiğini göremiyorlar ya, işte ben o zaman tiksiniyorum adını lekeleyebilenlerden.

Seni insanlaştırmak adı altında; özel hayatını didik didik ediyorlar Ata'm. Magazin malzemesi yapıyorlar, 72 yıl önce ölümüyle bütün dünyayı yasa sürüklemiş bir lideri. Hakaret ediyorlar, kirletiyorlar. Senin yerine diktatörleri tercih ettiklerini söylüyorlar. Diyorlar ki; sen onlara hak vermemişsin, onların dine bağlı bir biçimde yaşama hakkını elinden almışsın Ata'm. Göremiyorlar senden sonrakilerin; senin isteğinin aksine, seni tanrılaştırdığını. Halkın seni anlamaya değil, seni ezberlemeye zorlandığını göremiyorlar Ata'm.

Senin izinden yürüyen tıpkı senin gibi idealist ve korkusuz gençleri yok ediyorlar Ata'm. Geleceği emanet ettiğin gençler öldürülüyor, susturuluyor. Az biraz sabredip, yaşlanabilecek kadar yaşayanları da demir parmaklıklar ardına tıkıyorlar. Sivil darbe yapmakla, senin kurduğun vatana ihanetle suçluyorlar. Oysa suçlayanların dini imanı para olmuş, yatlarda katlarda geziyorlar. Senin yaşamanla şereflenmiş bir yata fuhuş bulaştırabiliyorlar, senin uyuduğun odalarda bizim vergilerimizi umarsızca çarçur edebiliyorlar Ata'm.

Senin süikast şüphelerine karşın korkusuzca indiğin halkın yanına yaklaşmak bir yana, halkına küfür ediyorlar Ata'm.

Ben özür dilerim bunlar adına. Ne kadar çabalarsak çabalayalım senin başardıklarını başaramamaktan korkuyorum ben Ata'm. Sen kötülerin arasında iyilerin de olabileceğine inanıp, imkan verdin bizlere. Biz ise o imkanları seni karalamak için kullanmayı seçtik Ata'm, özür dilerim.

Ne desem kifayetsiz, ne dilesem yetersiz. Keşke senin gibi toprağın altında olsaydım da, görmeseydim ölmeden uyutulmak ne demekmiş, görmeseydim insanların kötülüğü nasıl sınırsız olabilirmiş.

Sana söz veriyorum, aldığım her nefesle bile senin gösterdiğin yolda yürümeye çabalayacağım için.

Yapamazsam kız bana Ata'm. Yapamayan herkese kız. Sitem et, içerle, hakkındır zira biz senin hakkını teslim edemiyoruz Ata'm.

Huzur içinde uyu, nur içinde yat diyemiyorum. Biliyorum ters dönüyorsun mezarında, kemiklerin sızlıyor...

Ve ben sadece özür dileyebiliyorum.

2 Kasım 2010 Salı

Yardım İçin Elinizi Uzatın

Sıkça takip edenler bilir, 80630 adlı siteden bir çok kez bahsetmişimdir. Genelde sevgili bulma taktiklerinde açık verenleri eleştirmek adına çıkarımlar yaptığım bu siteden bugün bambaşka iki sebeple bahsedeceğim. Birincisi, site kullanıcılarından birinin bulduğu zor durumdaki bir kadın, ikincisi ise engelli vatandaşlarımız için Ataşehir Belediyesi'nin düzenlediği mavi kapak toplama kampanyası.

Zift mahlaslı kullanıcıdan direk alıntılamak gerekirse;


"merhaba arkadaşlar,

yardım amaçlı tabu ve tavla turnuvalarımızın yedincisi için harekete geçtik. bu kez yardım organizasyonumuzun odağında bir çaresiz bir kadın var. şimdiye kadar ya bir hastaya ya da bir yakını hasta olan birilerine yardım etmiştik. bu kez ülkemizdeki binlerce kadının yaşadığı trajediyi yaşayanlardan birine el uzatmaya çalışıyoruz.

yardım edeceğimiz kişi emine çaylak . 35 yaşında. ilk okula giden 7 yaşında bir kızı var. kızının ismi fatma bahar çaylak.

burhaniye mahallesinde (ümraniye taraflarında) oturuyor. şimdiye kadar hiç çalışmamış. orta sınıf, muhafazakar yaşam şeklinin dayattığı hayatı yaşayan binlerce ev kadınından biri. "kadının yeri evidir" düzeninin içinde büyümüş, evlenmiş. muhtemelen başka türlüsü aklına bile gelmemiş. gelse de içinde yaşadığı aile düzeni sınırları çizmiş. ama o düzeni dayatanlardan biri, "kadının yeri evidir" diyenlerden biri, kocası kendi düzenine ihanet etmiş. ortadan kaybolmuş. anne ve kızı tam kışa girerken ortada kalmış durumdalar.

kadın eğitimsiz. okuma yazması yok. o kadar kısıtlı bir hayat yaşamış ki, kendisiyle iletişim içerisinde olan arkadaşımız (mimili) otobüse binip bir semtten bir semte dahi gidemeyeceğini iddia ediyor. aşırı utangaç ve çekingen bir kadın. öte yandan bu trajediye ilave olarak köylülerinden gelen bir baskı var. bazı köylüleri "kadının yeri evidir, evinde çocuğuna bakar" felsefesinden hareketle herhalde, “işe girersen sgk'ya ihbar ederiz. çocuğunu elinden alırlar” diye gözdağı vermifller. ama hayatına karışırken köylüleri olanlardan elini tutup sahip çıkmaya gelince ses seda yok. kadın nasıl geçinecek, nasıl yaşayacak düşünen yok. ev sahibi evdeki bacayı kapattırmış, odun - kömür yakamayınca üşüye üşüye oturmaz da evden çıkar diye. sonra mahallenin imamı araya girmiş adamı yumuşatmış biraz. şu anda konu komşu yemek verirse karınları doyuyor. küçük kızın psikolojisi bozulmuş. sınıfındaki tüm çocuklar okumayı sökmelerine rağmen fatma harfleri bile sökmekte zorlanıyor.

mahallenin imamı mahalleliden, esnaftan para toplayıp kadının 4.000 lira olan birikmiş kira borcunun 1.000 lirasını ödemiş. 400 lira olan kirasını da 250'ye düşürtmüş. ama kadını evinde ziyaret eden arkadaşımız evin durumunun berbat hatta kaba tabirle ahır gibi olduğunu söylüyor. evde bir doğalgaz sobası varmış ama tabi doğalgaz kesik. anne - kız üşüye üşüye oturuyorlar. ayrıca bakkaldan veresiye alarak oluşmuş 400 liralık da bir borç var.

çevreden tanıyanlar bir işyerinde çay, kahve servisi işi ayarlamışlar. çocuğu okulda iken yani 13.00 - 17.00 arası o işe gitmeye başlamış. muhtemelen o işten 400 - 500 lira verirler. 400'ü geçmeyeceğini düşünüyoruz zira iş yarım gün çünkü. ama 400 liranın 250 lirası kiraya verilince kalan 150 lira ile iki kişi nasıl yaşar belli değil haliyle.

tablo böyle. bizim elimizi taşın altına koyacağımız kısım ise şu;

topladığımız parayla öncelikli hedefimiz emine ve kızının bu kışı olabildiği kadar iyi atlatması. kira borcundan ziyade birikmiş fatura borçlarını kapatıp, kesik olan elektrik, su, doğalgaz her ne varsa açtıracağız. bakkaldaki veresiye hesabını kapatacağız. sonra kış boyunca idare etmeye yönelik kapsamlı market alışverişi yapacağız. taze yiyeceklerin yanısıra, uzun süre dayanabilen erzak türü alışverişe ağırlık vereceğiz. işte camı, kapısı varsa kırık onu taktıracağız. ayaklarında kışlık botları yoksa bot alacağız. yani barınma, ısınma, giyinme, beslenme gibi temel ihtiyaçları elimizden geldiğince tamamlayacağız.

bütün bu şartları yerine getirdikten sonra kalan para ile emine'nin ev sahibine gideceğiz. bu parayı ona verip bi nevi emrivaki yapacağız. kendisine tatlı dille bu kadından 3.000 lirayı tahsil etmesinin imkansız olduğunu, kadını evden atsa 3.000 lirasının tarihe karışacağını, evine de bu haliyle 250 liradan fazlasını kimsenin vermeyeceğini, kadının iş bulduğu için bundan sonra kirayı ödeyebileceğini, bizlerin de kadına ek işler bularak ödemesine yardımcı olacağımızı, en güzel çözümün bu parayı kabul edip mevzunun kapanması olduğunu tatlı dille anlatacağız.

buraya kadarı kısa vadeli çözüm.

emine ve kızının gününü, yani aslında kışını kurtaracağız. yanısıra yapabileceğimiz birşeyler de var. çalıştığı 13.00 - 17.00 saatleri dışında evde yapabileceği el işi türünde işler arayıp, yönlendireceğiz. fabrikaların evlere verdikleri montaj işleri gibi işler olabilir, dikiş - nakış tarzı işler olabilir. bu konuda hepinizden yardım bekliyoruz. bunca kişi arasında hem işletmesi olup böyle işler verebilecek hem de tanıdıkları, bağlantıları olan birileri çıkacağını düşünüyoruz.

ayrıca yardımın son kalemi olarak da kışlık giyecek toplamayı düşünüyoruz. evlerimizde kullanmadığımız, küçülmüş, gözden düşmüş ama iyi durumda kışlık, kazak, hırka, mont, kaban vs. gibi giyecekleri toplayıp götürürsek son adımı da yerine getirmiş olacağız.

bu amaçla her zamanki mekanımızda (tophane - çınaraltı) 7 kasım 2010 pazar saat 13.00'te tavla, tabu ve pes 2011 turnuvası yapacağız. katılım ücretini altı ve üstü katılımcılara bağlı olmak üzere 20 tl olarak belirledik. ama yardımcı olmak isteyenler için ne bir alt limit ne de üst limit var. yardımın yerine ulaşması konusunda soru işareti olanlar "mimili" nickli kullanıcımıza ve bana her aşamada istediğini sorabilir ve fiilen de organizasyonun içinde bulunabilirler.

tavla birincisine, pes birincisine ve tabu birincisi takıma kitap hediye edeceğiz. sonucu ve süreci yine bu forumdan ya da yeni açılan ilgili forumdan duyuracağız.

maddi ve manevi her türlü desteğiniz için şimdiden teşekkürler. "

ikinci alıntı ise emreciksin mahlaslı kullanıcıdan geliyor;

"yurt genelinde başlatılan ve engelli vatandaşlarımız için bir umut ışığı olan plastik mavi kapak toplama kampanyası.topladığımız her 250 kg ( yaklaşık olarak 10000 kapak) değerindeki mavi kapak bir adet engelli sandalyesi alıyorsunuz.

dünya engelliler merkezi ve istanbul ataşehir belediyesi işbirliği ile gerçekleştirilen kampanyanın süresi yıl sonuna kadar uzatılmış.

kapakları göndereceğimiz adres: küçükbakkalköy mahallesi. kayışdağı caddesi. no:143 ataşehir belediye başkanlığı çevre koruma ve kontrol müdürlüğü. ataşehir/istanbul (kargo ücretini ataşehir belediyesi ödemektedir.)

burda hatrı sayılır bir kaç gönüllü abimiz / ablamız bu işe öncülük edsin, destek olmak isteyen userlerimiz belli bi tarihe kadar topladıkları kapakları bu kişilere teslim etsin, onlarda toplanılan kapakları gerekli yere teslim etsinler. böylece bizlerinde site olarak bu kampanyaya bi desteğimiz olsun, belki 1 belki 2 tekerlekli sandelyede bizden olsun engelli vatandaşlarımıza.

bu kampanya süresince bizlere destek olmak isteyenler arkadaşlarımız kimler acaba ? benim çevrem geniştir, mahalle eşrafında sevilen biriyimdir, komşularımdan, eşimden dostumdan, sokağımdaki kahvehaneci esnafımdan bu konuda destek istesem beni kırmazlar ve iyi sayıda kapak temin edebilirim diyenleri görelim lütfen (:

şimdi bizlere önce kapak temininde yardımcı olucak bir sürü arkadaş sonrasında bu kapakları bu arkadaşlardan toplamak için bir kaç arkadaş lazım. istanbulun iki yakasından, farklı bölgelerden.

değerli modumuz mephistopheles ve placebo nickli arkadasımız bu konudaki ilk öncü arkadaşlarımız.

evet arkadaşlar bu kampanyaya destek için biz kaç kişiyiz ?"


Alıntılar meseleyi etraflıca anlattığı için ekstra bir şeyler yazma ihtiyacı duymuyorum. Ancak yardım edemeseniz bile okuduğunuz bu makaleyi etrafınıza iletmenizi rica ediyorum. Şimdiden teşekkürler.

1 Kasım 2010 Pazartesi

Sekse Zam Geldi!

Bundan 20 yıl kadar önce seks dediğimiz hadise iki türlü olurdu, ya karı koca arasında ya da evlenmeye karar vermiş müstakbel karı koca arasında. En azından genel şablon bu yöndeydi. Şablon değiştikçe erkeklere gün doğmuş gibi gözükse de, içindeki kaşarı dizginleyemeyen kadınlara da gün doğmuş oldu. En azından biz öyle zannettik. Oysa etrafıma baktığımda gördüğüm tek şey kendini Samantha gösteren Charlotte'lar. ( Sex and The City karakterlerini bilmeyenlere dip not: Samantha tüm hayatı sikiş, sokuş - dikkat edin sevişmek demiyorum - üzerine kurulu bir karakter, Charlotte ise pembe pancurlu ev hayalleriyle iştigal yüzyıllardır. ) "Oh süper özgürüz, kriterlerimiz dahilinde önümüze gelene veriyoruz" sunumuyla süslenmiş "yine de zengin bir koca bulup, seksi üremek için kullansam fena olmaz gibi" alt metinlerden ibaretler.

Biz de geçtik tabii bu yollardan, ama bu erkek meselelerine küçük yaşta adım atan bir insan olarak diyebilirim ki, Allah'tan çok uzun bir yolculuk olmadı bu. Her gece bir bardayız, haydalaylay modlarını yaşadığımda üniversiteye bile başlamamıştım. Aslında ülkedeki çocuk evliliklerini düşününce, çok da küçük değilmişim karşı cinsle haşır neşir olmak için ancak kendini beyaz Türk zanneden oysa kötü birer replikadan ibaret bacılarımdan bir adım ötedeymişim işte. Sanırım bu biraz da aileden gelen bir şey, neticesinde ben daha ilkokuldayken kuzenlerim gece hayatından sıkılmıştı bile. Elalem Ankara'daki 3 kuruşluk meyhaneleri matah zannederken, ben Etiler'in göbeğindeki eller havaya mekanlarından gelmiş ve ortamlardan sıkılmıştım. Sonuçta, annemler elle havaya yaparken iki sandalye birleştirip, sahne kenarında uyuyan çocuklardandım ben. Milletin daha bıyıklarını aldırmadığı yaşta, "olm evinde bi güzel yiyiştik" tribine girenlerin arasındaydım.

Bundan mütevellit zaten "sevgili" mertebesine terfi ettirme planlarımın olduğu adamların evine jartiyerleri, mini etekleri giyip gitmedim gecenin 11'inde. Ya da dünyanın en sikimsonik barında tanıştığım iTunes DJ'inin müzikal yeteneklerinden etkilenip, oracıkta vermedim hiç. Bu yollardan geçeli çok oldu derken, elalem bir duraktan öbürüne yürüyerek Anadolu Yakası'ndan Avrupa Yakası'na geçerken, ben aktarmalı uçuşlarla kıta değiştirdim demeye çalışıyorum. Bu yönden akıllıymışım evet, zaten kendimi takdir etmek için de yazdım bu satırları, mütevazılığın götüne tekme atayım. Her neyse, elalemin bu durumu bende yoğun bir gözlem birikimine de yol açtı tabii. Etrafımdaki dosttan saydıklarımı sık sık uyarmak zorunda da kaldım. Bir Samantha duyarsızlığı sergileseler de içlerindeki Charlotte ortaya çıkmak için debeleniyordu ve ben buna seyirci de kalamıyordum. Benim hata yapmak gibi bir lüksüm yoktu, pişman olmaktan nefret ederim ve hayatımda da hiç pişmanlık duymadım, aynı şekilde arkadaşlarımın da hata yapmak gibi bir lüksü olmamalıydı zira iş sevişmekten vazgeçip, seksle yetinmeye geldiğinde, olaylar sarpa sarıyor, kişi içinden kurtulamayacağı bir girdaba dönüyordu.

Elbette ki, benim de kaşarlıklarım oldu, ama dediğim gibi işi sadece musluktan bira akıtmaktan ibaret olan barmen çakmalarıyla tek gecelik ilişki yaşamaktansa, en azından bir kaç hafta sürebilir nitelikteki faydalı arkadaşlıklar kurmaktı tercihim. Hayat kalitemi, geleceğimi ve akıl sağlığımı korumak adına böyle bir seçim yapmış olmak da beni hiçbir zaman reddedilen, pişman olan, kendinden geçen kadın konumuna sürüklemedi. Zannedilenin aksine seks duvara attığın çentiklerle değil, zamanla geliştirilen bir yeti.

Bunu öğrenmiş olmak da, Charlotte'tan bir adım öteye götürebildi beni. Günümüz Türkiye'sinde seks kelimesini bile kullanmak Samantha damgası yemek için yeterli olsa da, Miranda ( ikinci dipnot: kariyerine önem verdiği için çentiklerle pek uğraşmayan ancak hayat kurarken; bu hayata bir koca ve güzel bebeler de sığdırabilmiş S&TC karakteri. ) olarak değerlendirilmem daha mantıklı. Neticesinde diploma almak adına okumak yerine, öğrenmek ve öğretmek istediklerim için diploma istedim ben. Daha önce hayat planlarımdan bahsetmiştim, o yüzden tekrar etmeyeceğim, ancak hatırlatmak istediğim bir şey var: bir koca sahibi olmak planın kilit noktası gibi görünse de, koca sahibi olmadan da huzurla yaşlanıp, ölebilirim, planlarım gerçekleştiği takdir de. Miranda olduğumu kabullenmekse ilişkilerimi ve erkeklere olan bakış açımı tamamen değiştiren bir şey. Kocasız aile kurabilirim, işime gücüme odaklanabilirim ve sekse bağımlı olmadan ancak biyolojik bir ihtiyaç olduğunu da kabullenerek çok da mutlu yaşayabilirim. Ne açılmadan iade, ne de aşırı yıpranma durumu.

İşte bu da, o çok eğlendiğim kaşarlıklarımı geride bırakmama sebep olan uyanıştı. Ne hayatımın kontrolünü bir gece önce tanıştığım ne idüğü belirsiz bir adama bırakıyordum, ne de var olma mücadelemde farklı bir soyada ihtiyaç duyuyordum. Elbette aseksüel olmadım, elbette geride özlenen sevdicekler de bıraktım ancak bu uyanışla beraber erkeklerin arkasından ağlamayı, önünden yemeyi, sağından istemeyi zerre umursamaz oldum. Yine 15'lik çıtır gibi heyecanlanıyorum çok hoşlandığım biriyle konuştuğumda, ancak artık onu vazgeçilmezler kefesine koyup, hayal kırıklıklarımla boğuşmuyorum. Yine hormonlarım coşuyor çok afet biriyle tanıştığımda, ancak onunla seviştiğimi kafamda kurmuyorum. En önemlisi de, erkeklerin hareketlerine anlam vermekten ziyade, onları bu şekilde davranmaya iten geçmiş tecrübelerini düşünüp daha sağlam adımlar atabiliyorum.

Bu sayede ulaştığım en önemli olgunluk da, bitince bittiğini kabullenmek oldu. Her kadın gibi özgüvenimin kırıldığı noktalar var, ama artık karşımdakini irite edebileceği için zekamı saklamıyorum ya da sırf bi adamla geçirebileceğim güzel geceler uğruna salak saçma rejimler yapmaya kalkışmıyorum. Aynı şekilde, sevgilimden ayrıldığım zaman aslında onun dünya üzerinde kalan, beni sevebilecek son adam olduğunu da düşünmüyorum. Daha çok "olsa ne olur amk, bitti bi kere, başkasını bulamasam da ağız kokusunu çekmeyeceğim artık" diye düşünüyorum ve bu da verdiğim kararların arkasında daha sağlam bir figürle durmamı sağlıyor.

İşte bu yüzden de etrafımda Samantha maskeli Charlotte'lar gördükçe deliriyorum. Carrie meselesine giremiyorum bile, bir erkek için zevk aldıklarımı değiştirmeye çalışmak, asla kendime yakıştırdığım bir hareket olmadı. Ben ne başını ne de bacaklarını yaslayacak bir omuz arıyorum. Omuz omuza verebileceğim bir adam bulabilirsem ne a'la diyorum.

26 Ekim 2010 Salı

Gelecek Nasıl Gelecek?

Bugün iki paylaşım birden yapmak istedim, sanırım yazasım var. İlham perimi göremiyorum ancak varlığına minnet duyuyorum açıkçası; sadece yazmamı değil, aynı zamanda eyleme geçmemi de sağlıyor kendisi.

Son zamanlarda etrafımdaki bir çok arkadaşım neden her şeyi düzeltmeye çalıştığımı soruyor. Simetri hastası değilim ama toplumsal simetri hastası olduğum çok açık. Kendimi henüz idealist olarak nitelendirebilecek kadar iş yapmış değilim ama mutlulukla söyleyebilirim ki planlarım boyumdan büyük. Üstelik bu planlarda; hayatı yan gelip yatmaktan ibaret insanların da arzuladığı gibi insanlar için çalışmak da var. Yani mesele sırf hayvan hakları ile sınırlı değil. Belki diğer herkes gibi tek bir misyon belirlemiş olsam, hem işimde hem de uğraşılarımda daha başarılı olabilirim ancak ben bu misyonlar uğruna işi boşvermiş bir insanım. Mükemmel değilim, mükemmel örnek hiç değilim ancak elimden geldiğince çabalamak istiyorum ve bu benim huzurla uyumamı sağlıyor.

Huzurlu uykudan daha da ötede getirileri de var elbet. Bu getirileri yok sayarsam; diğer bütün aktivistlerin düştüğü hayata düşmüş olurum: aktivist olmayanları konunun dışında bırakırım.

Açıkçası insan doğasının bencilliğine inanıyorum. Hepimiz benciliz, ve hiçbirimiz kanatlı birer melek değiliz. İstemeden de olsa kötülükler yapıyoruz; ihtiyaçlarımızı karşılamak için para kullanıyor olmamız bile, her saniye adaletsiz gelir dağılımına katkıda bulunuyor mesela. Merak etmeyin, kendini olgunlaşmış zanneden sosyalist ergenin bir adım ötesine geçmeyi başardım, eleştirilerim servet düşmanlığına sebep olabilecek kadar ekstrem değil. Kabullendim artık sadece tek bir insanın bir günde harcadığı para ile onlarca aç doyurulabileceğini. Zaten kabullenmesem, kendi hayatım içinde çelişki yaşıyor olurdum zira bu satırları yazarken bile bir yandan fındık parçacıklı çikolatayı mideye indirme peşindeyim. Gördüğünüz gibi en gaza gelmiş halimle bile ben de bencilim, yediklerimi yiyemeyen onlarcasını düşünmüyorum. Yara bandına bile erişmeyen çocukların yanında, dandik bir soğuk algınlığı için bile kutu kutu ilaç tüketebiliyorum ve o anda gerçekten düşündüğüm en iyi niyetli şey halime şükretmek oluyor. Dedim ya insan doğası; benciliz. Ancak ben, yaşayan milyonlarcasının aksine bencilliğimi daha ahlaklı işlere kanalize etmeyi seçtim. İhtiyacı olanların eğitimine katkıda bulunmayı, hayvanların da yaşamaya hakkı olduğunu insanlara hatırlatmayı, yolsuzluklara karşı mücadele etmeyi vb. hayat düsturu edinmemin tek sebebi, çocuklarımın olmasa bile torunlarımın güzel bir gelecekte yaşayabilmesi. Kuracağım aile, devam ettireceğim sülale adına bencilim ve diğer tüm bencilliklerin aksine benimki, gece yastığa başımı huzur içinde koymama sebep oluyor.

Biliyorum, umutsuz anlarda insan hayatını idame ettirmek adına ayağına gelen fırsatları geri çeviremez. Belli bir hayat standardı ile yetişmiş zenginimizin, aynı standarda devam etmek adına yolsuzluğa karışması bundandır. Yıllarca sefalet çekmiş siyasetçinin, rakiplerini destekleyenlere sefalet çektirmesi bundandır. Boyalı hayatların sunumunu yaparak insanlara geçici tatmin duygusu veren medya patronlarının, doğruyu değil de yanlışı empoze etmesi bundandır. Ancak bu noktada yatan kısır döngü de bizlerin olmasa bile çocuklarımızın hayatını ceheneme çevirebilecek kadar önemlidir. Toplumu cahil bırakmak, iktidara gelmek ya da toplumu yönlendirmek için önemli bir koşul olabilir, ancak ileride aynı toplumla beraber girdaba sürüklenecek olan yine sensindir.

İşte bu yüzden, ben doğamdaki bencilliği daha hayırlı işlere kanalize etmeyi tercih ediyorum. Etrafımdakileri her konuda bilinçlendirmeyi kendime görev adlediyorum çünkü evladımın evladının daha da beter bir toplumda yaşamasını istemiyorum. Doğmamış çocuğa don biçebilmek için kumaş parası biriktiriyorum çünkü plansız hayatlar; planlanmayan felaketlerle sonuçlanırlar.

Kim Daha Deli?

Bu satırları yazarken bile henüz konuya karar vermiş değilim ancak içimden bir ses çok fena kafa ütüleyeceğimi söylüyor. Aslında uzun zamandır TV dizileri hakkında yazmak istiyordum ancak bir arkadaşıma ortak blog sözü verdiğim için şimdilik yazmayacağım sanırım. Aaa, bak anneannemin muhteşem senaryolarından ve teyzemlerin daha muhteşem hikayelerinden bahsedebilirim. Bunun içinse önce size aile yapımızdan bahsetmem gerek.

Bazılarınızın bildiği üzere anne tarafım safkan Arnavut. Bu da hayatıma eşik eden yegane gerçeğin Balkanlar üzerinden gelen delilik dalgası olduğunu tekrar tekrar ispatlıyor. Şaka yapmıyorum, etrafımdaki bütün Balkan kökenli sülalelerde benzer gereksiz durumlar mevcut yani. Annemler 5 kız kardeş, zamanında bir dayım da varmış ancak daha çocukken sizlere ömür olmuş ki, bence çok mantıklı bir karar almış. Benim ikinci dereceden akraba olduğum insanlarla birinci dereceden akraba olmak; akıl hastası olmakla eşdeğer zira. Sanırım bu yüzden her biri ayrı ayrı tırlatmış durumdalar. Aslına bakarsanız onlarla yaşamanın ceremesi olduğu kadar eğlenceli yanları da var. Misal anneannem sürekli olarak senaryolar yazma peşinde, en son annem ve babam hasretime dayanamayıp ondan gizli Ankara'ya taşınmışlardı. Burada annemin beni 7 sene boyunca sadece 1 kez ziyaret ettiğinin altını çizmeliyim, babam desen o da farksız; Tokat'a giderken teknik aksaklıktan ötürü Ankara'ya iner uçağı, burnumun dibindeki AŞTİ'de 2 saat otobüs bekler ama kızını aramayı düşünmez mesela. Diyorum ya sülalecek tırlağız. Taşınma meselesine geri dönmek gerekirse; yazın başında Ankara'ya taşınan ailem Melih Gökçek'in; Kadir Topbaş'tan daha beter olduğuna kanaat getirmiş olsa gerekler zira geçtiğimiz haftalarda Kadıköy'e taşınmışlar. Yeni evimizden çok memnun olduğumuz için de anneannemi ziyaret etmek için Beşiktaş'a gitme zahmeti duymuyormuşuz. Zaten ben Ankara'da evlendiğim için gelmiyormuşum, bir de bu çıkmış başına. En azından bir açıdan umut verici bir hikaye, yarın bir gün hamile kalırsam anneannemin beni memnuniyetle eve kabul edeceğini biliyorum zira beni evli sanıyor!

Bir diğer meselemiz de şeker hastası olduğunu kati surette kabullenmeyen anneannemin ondan yemek sakladığımızı düşünmesi. Onu odaya gönderip mutfakta tatlıları, börekleri tükettiğimizi düşünüyor. Oysa aslında sakladığımız şey benim sigara tiryakisi olduğum gerçeği altı üstü. Yarın bir gün babama ispiyonlar diye mutfak köşelerinde saklanıyoruz, o kadar!

Ha bir de şey var, anneannemle yaşayan iki teyzem de bekarlar. Onların evden çıkması çok büyük problem. Neticesinde anneannem; annemin araba kullanabildiği ve kazık kadar kadın olduğu gerçeğine bile alışamadı, her an her yerde başımıza kötü şeyler gelebilir, ve bize tecavüz edebilirler. Dolayısıyla teyzelerim öyle canları istediği zaman dışarı çıkamazlar, mazallah göz koyan olur! İstanbul'un yarısı eli fermuarında bizim sülalenin kadınlarını bekliyor, aman!

Ailemizin tek atraksiyonu anneannem sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz. 5 Arnavut kadınının olduğu yerde kavga ve dargınlık da eksik olmaz haliyle. Benim çocukluğum boyunca dul teyzemin diğer dördüyle didişmesine maruz kaldık kuzenler olarak. Dul teyzem de az değildi hani, hangi manyak gece saçına sarımsak yağı sürüp yatar ki! Ah o koku, odamdan aylarca çıkmadı da en sonunda bütün evi badana yaptırarak kurtulduk! Neyse ki, dul teyzem anneannemlerden ayrılarak başka bir evde yaşamaya başladı ve sorunlar çözülür gibi oldu, en azından artık her gün kavga etmiyorlar, soğuk savaş ise asla sona ermeyecek.

Bir başka sorun da evli olan teyzemle annem arasındaki kavga. Küçük olduğum için hatırlamıyorum tüm detaylarıyla ancak sanırım teyzemlerin her yaz bizim yazlığa yerleşmesiyle ilgili bir problemdi. Kavgalar edildi, kalpler kırıldı ancak gelinen sonuç bin kalp kırıklığından daha vahim. Artık ben kuzenlerimle dahi görüşmüyorum çünkü her ne kadar ben teyzemi düzenli ziyaret etsem de, annem kuzenimin düğününe, doğumuna gitmiş olsa da; evlenip barklandıktan sonra kuzenlerimin zamanında yegane nakit kaynağı olarak gördükleri evimizi ziyaret etmemesi. Babaannem öldüğünde bile zahmet etmemeleri. Teyzem sürekli olarak, yiğenler arasında küslük olmaz der ancak annemle babamın 3 ay boyunca Silivri'de olduklarını ve benim evde tek yaşadığımı bilmesine rağmen de gelip bir kapıyı çalmaz. Eh haliyle bir süre sonra ben de yıldım bu durumdan, okulda bombacı yakalanmadıkça falan konuşmuyoruz.

Kuzenlerimin babama küsmelerine sebep olarak öne sürdükleri olay ise ayrı bir komedi. Babam kuzenim için gay imasında bulunmuş, ki benim babam şaka bile yapamayan bir adamdır. İma falan etmez, öyle bir düşüncesi olsa söyler. Kaldı ki, ergenliğim kuzenimin kırdığı cevizlerin hikayeleriyle geçti yani, ben pek bir sebep göremedim böyle bir ima için. Neyse işte, bu vesileyle biz ne nişana ne de düğüne çağırıldık. Evet, yiğenler arası küslük olmaz diyen teyzem de zahmet edip sevgili yiğenini aramadı, haber vermedi. Verse vallahi giderdim de iyi gününde yanında istemeyenin kötü gününde yanında hiç olmam. Allahtan Facebook diye bir meret var da, nişanı, düğünü o vasıtayla öğrenebildik.

Bütün bunları diğer iki bekar teyzemin muhteşem hikayelerine gelebilmek için anlattım. En son ziyaretimde Ayazağa'da gittikleri uzaktan bir akrabanın düğününden bahsediyorlardı misal. Bizim akrabalar delidir dedim ya, uzaktan akrabalar bile kuzenlerimle aynı yerde dünya evine girerler. En azından teyzelerim benim buna inandığımı düşünüyor artık. Asıl komik olan şey, iki kardeşin arasındaki dargınlıkta diğer kardeşlerin alenen söyleyemeden, alenen taraf tutması. Bilemiyorum, bana saçma geliyor.

Velhasıl kelam, dünyanın en dargın sülalesine sahip olabilirim. Dikkatinizi çekerim sadece anne tarafımdan bahsettim. Yaşıtım olan kuzenlerimle bile, karşılaştığımda iki çift kelam edemiyorum zira artık hayatlarında ne olup bittiğini bilmiyorum. Eh itiraf etmek gerekirse, bu bana biraz koyuyor tabii, neticesinde tek çocuğum ben ve onlar benim müstakbel çocuklarımın teyze ve dayısı. Neyse işte, hal böyle olunca insan kardeş diye dostlarına sarılıyor, elalemin teyzesini çocuklarına teyze yapıyor.

12 Ekim 2010 Salı

Şerefsize Sesleniş

Doğalarını katlettik,

YETMEDİ!

Doğalarını katletmemize rağmen evini açanlara lanet okuduk, evlerinden attırdık,

YETMEDİ!

Sokağa bir kap su, bir kap artık yemek bırakanları mahalleyi kirletiyor diye şikayet ettik,

YETMEDİ!

Çocuklarımızı ahlaklı yetiştirmek yerine, onlara güçsüz olanı ezmeyi öğretip, öldürmelerine seyirci kaldık,

YETMEDİ!

AMA ARTIK YETTİ!




Ey insanoğlu,

Sen kimsin ki kendini seninle aynı faunayı paylaşan canlılardan daha üstün görüyorsun? Besin zincirinin tepesinde olduğuna mı inanıyorsun, bu yüzden mi kibirin? Korkmuyor musun hiç et yiyen bitkilerden? Korkmuyor musun seni bir lokmada götürebilecek etçil hayvanlardan? Korkmuyor musun hiç intikamını er ya da geç alacak olan doğadan? Ya da seni sürüm sürüm süründürecek, aldığın her mazlum ahı için 50 kere illallah dedirtecek Tanrı'dan?

Korkuyorsun...

Korktuğun için bunları yapıyorsun!


Çünkü bencilsin. Çünkü acizsin. Çünkü evren senden çok daha büyük ve senin o toplu iğne başı kadar beynin onun sırlarına vakıf olmak için çok yetersiz!


İnsansın diye yaratılanların en yücesinin, varlıkların en büyüğünün, yaşayanların en zekisinin sen olduğunu kanıtlaman gerektiğine inanıyorsun!

Çünkü olmadığını biliyorsun!

AMA ARTIK BARDAK TAŞTI!




Bu dünyada senden daha fedakar canlılar da var. Kurtların seni vatanına yerleştirdiğine, sana yol gösterdiğine inanıyorsun ama kurtlardan evrilme köpekleri parçalıyor, onlara tecavüz ediyorsun. Kedilerin nankör olduğuna inanıyor, ancak doğana daha nankör davranıyorsun!

Doğan her hayvan zaten doğal seleksiyon gereği inanılmaz bir mücadele içine doğarken, sen işleri zorlaştırıyorsun!

Masum canların sana ne zararı olduğunu sormayacağım, çünkü sen zaten zarardan da ötesin, gereksizsin!



Ve ben seninle aynı sıfatı taşıdığım için, seninle aynı havayı soluduğum için utanıyorum.

Senin korkuların benim sana olan nefretimi perçinliyor. Senin bencilliğin beni ayağa kalkmaya zorluyor.

Sen geçmişine sahip çıkamıyorken, ben ecdadımın geleceğini sana bırakmak istemiyorum.

Bu noktada faşistse faşistim! Ben artık hümanist değil, animalistim! Çünkü senin gibi onursuzların haklarını savunmaktan tiksindim. Seninle eşit sayılmaktan bıktım.

Ben senden üstünüm çünkü çevremdeki diğer canlıların benim kadar hak sahibi olacağına inanıyorum. Ben eşitliği senden daha çok hak ediyorum çünkü mazlum ahı almaktansa, şerefizleri dünya üzerinden silmeyi borç olarak görüyorum!


Evimde kedi, köpek besliyorum. Kışın sokakta aç gezen, yazın sıcakta ölen canlılar olmasın diye, canlarına can katsınlar diye kapımın önüne bir parça ekmek koymayı, bir kap su koymayı yaşadığım dünyaya bir borç olarak görüyorum. Senin arabanla kıydığın canın yaralarını sarmayı görev adlediyorum.

Ve biliyorum ki, ben türümün son örneği değilim. Benim gibi milyonlar var.

İşte o milyonlar, senin gibilerin ölmesini, acı çekmesini zerre umursamıyorlar.


Sen; "önce insana hak versinler" diyen insan müsvettesi; engellilerin engellerini kaldırmak için ne yaptın? Kadınlar ezilirken neredeydin? Birileri daha çok kazansın diye fakirin tenceresinden aş çalınıp zenginin kazanına konarken nereye bakıyordun? Çocuklar oyun oynaması gereken yaşta ekmek parası peşinde koşarken, eline silah verilirken, organları çalınıp öldürülürken hangi harfler çıktı ağzından? Ecdadının oksijen kaynakları otel yapılırken, cebinden alınıp yabancı ceplere konarken; kime veryansın ettin? Kendi paranla tedavi olamadığında, kendi cebinden çıkan sana rüşvet olarak geri döndüğünde haykırdın mı, yoksa teşekkür mü ettin?

Sen kendi hakkını aramaz, mazlum hakkını gasp ederken, şimdi ne hakla bana kimin hakkını arayacağımı önerirsin! Sen kendin dışında birileri için ne yaptın ki, benim yaptığıma laf eder, beni engellemeye çalışırsın!

O yoz beyninle anca senden güçsüz olanın canına kastedersin! Ama ben varım, dostlarım var, biz varız!

Senin torunların senden tiksinecek, senin evlatların seni reddedecekler. Ve sen bu dünyada cehennemi yaşayacaksın. Çünkü bizler, sizin gibileri sokaklardan silmek için and içtik!

Korkuların daha da büyüyecek, ve seni kemirecek! Biz bunun için yemin ettik!






etkinlik sayfasına buradan ulaşabilirsiniz.

3 Ekim 2010 Pazar

İlişkiler Çıkmazı

Hey, what a cliche! Evet biliyorum, dünyanın en klişe başlığını yazdım bugün. Ve dünyanın belki de en çok yazılmış konularından birine değineceğim. Ama bahsedeceğim şey, her zaman yaptığımın aksine, ilişkilere dair akıllıca çıkarımlar yapıp, çirkin gerçekleri yazmak olmayacak. Bugün kendi korkularımı, kendi endişelerimi paylaşacağım. Satır aralarını okuyabilirseniz.

Uzun zamandır ilk defa kendimle yaşıt bir erkek arkadaşım var. Yıllardır yaşıtlarımdan kaçınmamın bütün sebeplerini an be an görebiliyorum Burak'ta. Açıkçası beni yıldırıyor. Sevildiğimi bilmesem, sevmesem bir an bile durmazdım, bunu biliyorum ama çooo...ok uzun zamandır mantık üzerine ilişkilerini kuran bir insan olarak ağzıma sıçıyor bu durum, amiyane tabirle.

Yaşıtlarımın çoğu sorumluluk almaktan korkuyorlar. Sorumluluktan kastım sevmek değil, ondan korkan embesiller de mevcut evet ama benim karşılaştığım şey bu değil. İyileştirme sorumluluğundan korkuyorlar. Prenses kötü şeyler yaşar, ve prens sabırlı olup, alttan alıp, iyileştireceğine sadece sever, sevişir ve her şey yolundaymış gibi devam eder. Ve bütün bunlar geleceğine sahip çıkmak gibi kaygıları olmayan prensler yüzünden yaşanır. Biliyorum, 23 yaşındayken insan önünde kocaman bir gelecek varmış gibi hisseder, ona elbet sahip çıkacağını ancak şu an genç ve enerjik olduğunu düşünür. Benim durumumda böyle değil maalesef, optimizme gönülden bağlı bir insan olsam da endişeliyim. Siyasi olarak endişeliyim, toplumsal olarak endişeliyim ve etrafımdakiler endişelenmediği için endişeliyim. Hırs belki de, zira geleceğimin kontrolünü başka ellere bırakmaya niyetim yok.

Bir hayalim var, daha doğrusu ortak bir paydada buluşabilen birden çok hayalim. Akademisyen olmak istiyorum, çünkü mantıklı bir çıkarımla, siyasete ya da bürokrasiye atılırsam 4 çocuğu layıkıyla yetiştiremeyeceğimi düşünüyorum. Bu noktada hem çocuklarımı hem de başkalarının çocuklarını yetiştirmek, bilinçlendirmek, bana daha mantıklı geliyor, uzun vadede olsa da. Ben kurtaramıyorum ama kurtarabilecek onlarla insan sunabilirim sizlere mantığı. Ve bütün hayallerim bu temel üzerine kurulmuş durumda. Hem öğreteyim, hem evleneyim. Boy boy çocuklarım, dizi dizi öğrencilerim olsun. Kocaman bir evde bir sürü kedi, köpekle, kuşla, tavşanla yaşayayım. Haftasonları ailemi, dostlarımı ve öğrencilerimi aynı evin bahçesinde toplayıp, eğleneyim. Bütün bunları yapmak için alın terine ihtiyacım yok. Aksine para kazanacağım vakti başkalarının çocuklarına harcamak daha verimli geliyor bana. Sağolsun, benim için çalışmış, çabalamış bir babam var, ve benim de çalışmaktan ziyade düzeltmeye ihtiyacım var.

İnsanın böyle bir hayali olunca, ne kadar kolay ve toz pembe görünürse görünsün; etrafına baktığında anlıyor zorluğunu. Birincisi benim bu hayalleri gerçekleştirebilmek için çok ahlaklıi çok düzgün ve çok anlayışlı bir kocaya ihtiyacım var. Malum, Türk erkeği, kadının parasını yemekten pek haz etmez, edeni de pek ipe sapa gelmez. Hem bundan gocunmayacak, hem de amacı bunu kullanmak olmayacak bir adama ihtiyacım var. Üstelik, eğitim, sosyal statü, iş başarısı vb. elementler de cabası. Bütün hayalim mükemmel adam üzerine kurulu gibi görünüyor. Ne yalan söyleyeyim, böyle Levent Üzümcü'nün Avrupa Yakası'ndaki Cem karakteri gibi bir adam arıyorum. Boy önemli boy, zira boy konusunda benim de Aslı'dan farkım yok.

Hiçbir insan hayatını dramalar üzerine kurmaz ama etrafımda çok fazla drama queen'i oynayan insan var ve ben drag queen'leri daha çok severim. Neticesinde daha renkli insanlar bi yerde. Ben sıkıntıdan kaçındıkça, huzura yöneldikçe arkadaşım dediklerimin canı sıkılıyor ve illa bir zıpçıktılık yapıyorlar. Delikanlı çağlar demek isterdim ama 30 üzeri adamların bile ergenliğe geri döndüğünü düşünürsek, pek de yaşla alakası yok gibi. Akıllısı beni bulmaz, deli götümden ayrılmaz sendromu. Bu insanları da ayıklamam lazım, bu huzurlu aile saadeti için.

Bir de meslek meselesi var. Ondan yana pek derdim yok Allah'tan. Dünyanın en boktan ortalamasıyla süslenmiş bir diploma sahibi olabilirim ama kafa çalışıyor hiç değilse. Tek sebebi aşırı sosyallik. Bunun da zamanla düzeleceğini biliyorum. Sınıf arkadaşlarım koca koca adamlar olduğu vakit, akıl hocalarımla tecrübem arasındaki boşluk kapandıkça düzeleceğini biliyorum. O vakte kadar babamın biricik kızıyım, eh burası Türkiye bebeğim, para var huzur var sendromu.

İşte bu nakış gibi işlenmiş planın tek kusuru var, o da ilmek atladığında dantelin bütün büyüsünün bozulacağı gerçeği. Ama çok şükür yedek planlarım da var, en azından sosyal planlarıma dair. Koca bulamadın mı, evlat edinirsin. İş bulamadın mı, kendi işini yaratırsın. Şanslıyım bu konuda. Servet düşmanlarının öncelikli hedefi benimki gibi bir hayata sahip olanlar olabilir ama bu da sikimde değil.

Başlığı ilişkiler çıkmazı diye attım ama ilişkilerden ziyade kendi hayallerimden bahsettiğimin farkındayım. Konuya geri dönme vakti geldi. Dediğim gibi yaşıtlarım bu hayalin en önemli düğümünü çözebilecek olgunluğa henüz ermiş değil. Ne yalan söyleyeyim ermiş olanların da fiziksel görünümle ilgili sorunları oluyor. İnsan eli yüzü düzgün profilinden ayrıldıkça besliyor ruhunu sanırım. Ha ben çok mu güzelim, yöö. Ama bu da benim hayal kurmama engel değil, baksanıza ne paçozlar ne adamları götürüyor. Her neyse, hem eline yüzüne bakılır hem de kafası çalışır adamı bu yaşta bulmak zor. Kültürel olarak Amerikanlaştıkça, bir yandan Türk kalmaya devam ediyoruz. Bu ikilemi yaratan şey de bu. Özgürce sevişmek, zeki olanın şeçildiği bir doğal seleksiyona sebep olmuyor. Güzel olanın makul görüldüğü, zekanın önemsiz kaldığı bir seleksiyonla başbaşayız. Zeka yaşla doğru orantılı olarak, takdir ediliyor; malum tecrübe yediğin kazıkların bileşkesi. Eh bu da benim yaşımda çıtırların kendinden 10 yaş büyük adamlara yelken açmasına sebep oluyor ancak orada da bir sorun var. Bu adamlar da, fedakarlık, anlayış ve sevme hadlerini doldurmuş oluyorlar. Doldurmayanı zaten 27-28 dedin mi evlenmiş oluyor. Kısacası elimizde yine skorcu pezevenkler kalıyor çoğunlukla. Eh onlardan da kazık yiye yiye, güvenemez oluyorsun hiçbirine. Bir nesli daha böylelikle çöpe attık ve evde kaldık.

Diyorum ya, Allah'tan evde kalmak gibi sıkıntılarım yok. Daha doğrusu toplumun sana yaptığı evde kalmışlık baskısının insanı ne çirkin noktalara sürükleyebileceğini de görmüş bir insanım. Herkesin ailesinde memnun olmadığı insanlar vardır. Benimkinde delilik katsayısı normalin biraz daha üstünde gibi. Bu da insanı, ister istemez siklemeyenler kraliçesi yapmaya yetiyor.

Ya işte böyle sevgili okurlar. Bugün size içimi dökesim geldi. Belki dertlerime derman olur, belki içinizden biri yol gösterir. Ama yalvarıyorum "üzülme, zamanı gelince her şey düzelir" triplerine girmeyin, ben onu 5 yaşımdan beri biliyorum. Aradığım yardım daha çok "sana birini buldum" şeklinde olsun demek de isterdim ama Burak'ın selamlarını göndermeyi de bu noktada borç bilirim (: . Sanırım su olup akacak, yolumu kendim bulacağım zira belediyecilik oynayıp, derelerin yolunu değiştirmenin kaçınılmaz sonucunun sel baskını olduğunu hepimiz geçtiğimiz yıl bu vakitlerde tecrübe ettik.

28 Eylül 2010 Salı

Kadın Acizliği

Yazmaya değer konu bulamadığım için yazamadım bir kaç gündür, ama mesele yazmaya değer konu bulamamak değil, okumaya değer kitaplar bulamamakmış. "Ye Dua Et Sev" isimli kitabı okuyorum bu aralar, gerçi kaptırınca günde 2 kitap bitirebilecek kapasiteye sahip bir insan olmama rağmen 3-4 günde 57'nci sayfaya yani 10'uncu bölüme anca gelebildim. Muhtemel sebebi, yazarın başına gelen her durumda bir yerlerde cenin pozisyonu alıp salya sümük ağlaması ve Tanrı'ya sığınmaya çalışması. Sığınmaya çalışmak diyorum zira anladığım kadarıyla yazar boşanma evresine dek ibadet etmeyen ama inançlı bir birey. Bir nevi deist de diyebiliriz ancak kendisinde yeterli felsefi birikim yok kendini deist olarak tanımlayabilmesi için. Velhasıl kelam, bu kızımız kocasından boşanması gerektiğini fark ederken ilk duasını da ediyor ve sonrasında hayatı daha ruhani bir boyut kazanıyor. Yanlış anlaşılmasın, kızımız her ABD'li gibi kendini katolik/anglikan/hede hödö klisesine adamıyor, kuuuuuul (cool diye yazılır) ABD'liler gibi asya inançlarına veriyor kendini. Şamanlarla tavla oynuyor, Kabalacılarla batak masasına oturuyor falan feşmekan.

Henüz kitabın 10'da 1'ini bile okumadığım için çok da detaylandıramayacağım ama kitabın giriş kısmı bu şekildeyse, gelişme ve sonuçta da hanım kızımızın kişisel gelişmesini adım adım ifşa edişine şahit olacakmışım gibi geliyor. İşte ben bu noktada bu kitaba verdiğim 9.90TL'ye acımaya başlıyorum. Allahtan gidip cep boyunu almışım yoksa 10 lira daha verecek, iyice pişman olacaktım. Kitabın içeriği herhangi bir kişisel gelişim kitabının romanlaştırılmış ve romantikleştirilmiş hali. Ha bu kadar saydım ve sövdüm ancak bana hiç mi faydası olmadı henüz, oldu, tabii ki oldu: kadın olmayı aciziyetle eşdeğer görebilen mentalitenin örümcek ağlarına şahit oldum sayesinde. Ama sanırım bu biraz da annelerin, yani yine biz kadınların suçu. Şimdi bu hanım kızımız daha hayatı tanıma evresinde evlenip, barklanmış, sonra da kocası olmadan kıçını kaldıramaz hale gelmiş. Kocası da az orospu evladı değil hani, kızımızın yazdığı kitaplardan telif hakkı bile istiyor boşanırken. Velhasıl kelam kitap kızımızın erkek bağımlı hayatından kurtulup kendi ayakları üzerinde duruşunu anlatıyor. Ancak garip olan, kızımız bu adımları neredeyse 30 yaşında atıyor. İşte bu noktada da, muhtemelen annesinin onun bilinçaltına kazıdığı acizlik ortaya çıkıyor. Gak deseler hıçkırıyor, guk deseler ağlıyor bu kızımız. Ve ben, belki de ilk defa, bir roman karakteriyle empati kuramıyorum. New York'ta yaşayan bu kadın Sex and the City'nin efsane karakteri Charlotte York'tan bile daha aciz, daha duygusal, daha bağımlı bir kadın resmen! Bense buna katlanamıyorum! Boşanmış bir ailenin, anne tarafından yetiştirilmiş tek çocuğu falan değilim. Bu vesileyle öğrenmedim kendi ayaklarım üzerinde durmayı. Beni kıvama getirdikten sonra işine dönen, eşinden bağımsız bir hayat da sürdürebilen anne figürünün yeri karakterimde yadsınamaz ancak annem kadar önemli bir husus daha varsa; o da babamın ta kendisi. Kendimi bildim bileli çok yakın hısım akrabadan olmadıkça bayram şekeri bile almama müsaade etmeyen bir babaya sahibim. Adamın 10 yaşından beri bana öğütlediği bir kaç gerçek var:

- Zengin koca peşinde koşan aptallardan olacağına, oku ve kendi kariyerini geliştir. He aşık olduğun adam da zengindir o ayrı ama asla kocana bir çöp dahi aldırma.

- Hayatını kimse üzerinden idame ettirmeye kalkma, benim üzerimden bile. Zira zamanı gelince biricik kızım da olsan kıçına tekmeyi basar, kendi paranı kazanmanı zevkle izlerim.

Bu iki noktayla özetlenebilecek öğütler sağolsun, değil boşanırken kocanın varlığına el koymak, evliliğin en cicim günlerinde bile kocamdan kuaför parası bile isteyemezmişim gibi geliyor. Tabii yine de büyük konuşmayayım ama öyle bir duruma düşsem onurumun kırılacağı kesin.

İşte böyle bir insanken, ve erkeklerle yaşadığım sorunlar için cenin pozisyonu alıp ağlamayı 13-14 yaşında bırakmışken bana çok saçma geliyor Liz'in bu halleri. He hüzünlenip hiç mi ağlamadım, o kadar mı taş kalpliyim? Tabii ki ağladım ama süper acıtasyon pozisyonlara bürünüp, Tanrı'ya yakara yakara değil. Daha çok sinirden ağladım, hatta bir yandan ağladım bir yandan da kahkahalar attım. Ben de bu tür bir ruh hastasıyım. Ama yine Liz gibi ruhumu tedavi etmek için ilk fırsatta Etiyopyalı büyücülere koşmadım; milyonlarca kadının yaptığı gibi Chanel kataloğuna baktım. Hem daha az masraflı, hem de 5 dakikada nirvanaya ermeni sağlıyor, yalan mı? Hele ki Tanrı'ya erme mertebesi var ki, aman aman. Dünyadaki bütün semavi dinler erkek egemenliğinde şekillendirilmişken, Tanrı'ya niye ermeye çalışayım ki? Yani yalınayak toprağa basar, sonra da olmayan Doğa Ana için tütsüler yakarım hiç değilse hemcinsimden dayanışma beklerim, daha bir mantıklı geliyor bana.

Uzun lafın kısası: "Ye Dua Et Sev" daha emir kipleri arasına virgül koymayı bile beceremeyen, gereksiz bir kitap. Buradan yazara sesleniyorum; "Ye, iç, Eğlen" versiyonu çıkarsa daha bir okunur olur gibi, en azından onu daha bir keyifle okurum.