24 Temmuz 2010 Cumartesi

Sosyal Medya Sitelerinde Eş Bulma Taktikleri


Şimdi doğruya doğru, beni bu nickle göremeyeceğiniz, eli yüzü düzgün, bilindik, nispeten kaliteli insanların takıldığı sosyal medya sitesi yok gibi. Twitter, Foursquare, Facebook, FriendFeed, EkşiSözlük, 80630, Sosyomat gibi bilimum web sitesinde aktif bir hesabım var. Daha aklıma gelmeyen onlarcasına dönem dönem girer çıkarım. Ve bugüne dek internet üzerinden karşı cinsle kontak kurmaya dair çözebildiğim tek bir şey varsa o da ukala olman gerektiğidir. Sen kendine değer vermezsen, kimse sana kalıcı olarak değer vermez.

Bu ana kuralın ışığında incelenmesi gereken diğer kurallara gelince. Öncelikle kadınlar için gerekli olan ikinci kural; kesinlikle doğru zamanda terslemeyi bilmektir. Doğru zaman ise söz konusu av ile tanışılıp, iki kelam edildikten sonra samimi olmak adına avın söylediği ucu açık bir cümleden hemen sonrasıdır. Misal, tanışma faslı geçtikten sonra er kişi size "msn kullanıyor musun" dediğinde, "burası yetmiyor mu, illa ki kamerada mı görmen gerek, sadece ailemle görüşmek için kullanıyorum" gibisinden bir kelam ettiğinizde o adresi almak için sabahlara dek yalvaracaktır. Bir diğer etken ise, sitede yediğinizin içtiğinizin ayrı gitmediği türden görünebileceğiniz arkaşlarınız olmasıdır. Bu şahıslar hem onu kıskandıracak, hem de her hareketinizden emin olmamasını sağlayacaktır. Unutmayın, internet üzerinden ya da değil, bir erkeği dize getirmenin en önemli faktörü gizemdir, erkek hareketlerinize anlam veremediği sürece etrafınızda pervane olur. İlişkide ikinci önemli faz, telefon numaralarının değiş tokuş edildiği fazdır. Er kişi size numarasını vermiyorsa korkmayın, şahsen benim zaman içinde geliştirdiğim en önemli taktik, zamansız yatılan öğle uykularıdır. Bir mesaj atarak, etrafınızdaki bütün bu görevi üstelebilecek insanların şansınıza mühim bir işi olduğunu saat x civarı y numarasından sizi uyandırmasını söyleyin ve cevabını beklemeden ortalıktan yok olun. El mahkum sizi arayacaktır. Bu noktadan sonrası size kalmış, ancak unutmayın kendinizi ne kadar saklarsanız er kişinin sabrını o derece sağlam test etmiş olursunuz.

Sıra geldi erkekler için gerekli olan kurallara. Ukala olmanız gerektiğini zaten biliyorsunuz ama bir erkek için gerek internet üzerinde gerekse gerçek hayat üzerinde bir kadınla tanışırken en önemli olan şey; doğru düzgün bir açılış cümlesidir. Benim tavsiyem "ah gökten düştüğünde canın yandı mı, hani meleksin ya" türü ezik cümlelerden ziyade, "canım çok sıkıldı, 5 dakikanı ayırabilir misin" türevi samimi ve yalın cümleler daha etkilidir her zaman, en azından aradığınız kadın ortalamanın üzerinde bir zekaya sahip olmalıysa. Kimi sitelerde profilinizi kimin izlediği görülebiliyor, eğer böyle bir site üzerinden harekete geçiyorsanız, bir kaç gün sabredip düzenli aralıklarla avınızın profiline bakmanız, mekanda kesişerek flörtleşiyoruz izlenimi yaratabilir. Avınız forum gibi bir yere düzenli post atan ya da sözlükte yazan bir çıtırsa işiniz daha da kolay, son birkaç gönderisinden birini seçip konuyla ilgili bir mesaj atabilirsiniz. Hele ki bu mesaj ciddi anlamda bilgi vermesi gereken bir soru içerirse, ondan gelecek mesajı da garantilemiş olursunuz. Tavsiyem, karşı taraftan mesaj aldıktan sonra onu kıllandıracak hiçbir harekette bulunmamak ve sabırlı davranmaktır. İlk mesajdan tanışma yemeğine giden yolda mümkün olduğunca ilk adımları ona bırakın, böylelikle sizin için emek harcamış olur. Unutmayın kadınlar emek harcadıkları erkeklerden vazgeçmek istemezler, vazgeçilmez görünenlerden değil.

Son olarak, fiziksel görüntü internet sitelerinde en çok dikkat edilen şeylerden biri. Ancak buna fazla özen göstermek maalesef apaçiliğe de kaçabiliyor. Orasında burasında "xxx stayla" yazmayan, kalplerle böceklerle süslenmemiş, kiralık olduğu her açıdan belli bir arabanın ya da çakma olduğu 100 metreden bağıran güneş gözlüklerinin olmadığı, sıradan bir günde, sıradan bir arkadaş ortamında çekilmiş gibi görünen ancak fiziksel kusurlarınızı da gizlemeyi başaran resimler her zaman en çok tık alanlardır. Kısacası, malzeme limitli de olsa balon etkisi yaratmayacak resimler seçmeli, ve mümkün olduğunca resim düzenleme programlarından uzak tutulmuş izlenimi vermeyi başarmalısınız.


Sonradan gelen edit: N'olur, gerek Allah, gerek Yahova, gerek İsa, gerekse diyalektik rızası için fastboy93, pinkgirl81 gibi rumuzlardan da uzak durun. Rumuzunuz özgün, akılda kalıcı, ve dikkat çekici olsun, ezik değil...

23 Temmuz 2010 Cuma

Bağımsızlık İlanı Meşrudur Mudur Müdür?

Malumunuz, Şubat 2008 itibariyle Kosova; Türkiye Cumhuriyeti'nin de tanıdığı bağımsız Balkan ülkelerinden biri. Ancak, Sırbistan için durum hiç de bu yönde değildi. Dünyanın son bağımsız ülkesi sıfatını yine Sırbistan'dan ayrılan Karadağ'dan alan Kosova şu an Avrupa Birliği denetimi altında bağımsızlığının keyfini sürüyor. Öte yandan AB üyesi olan Yunanistan ve Güney Kıbrıs bu bağımsızlığı, özellikle KKTC'ye emsal teşkil edebileceği açısından tanımıyor. Benzer bir şekilde İspanya; Katalanlara emsal teşkil edebileceğinden çekiniyor.

Bu madalyonun bir yüzü. Öteki yüzünde ise Türkiye'nin neden bu bağımsızlığı kabul ettiğine anlam veremeyenler var. Ben bu kararı "jam krenar qe jam shqiptar" yani "Arnavut olduğum için gururluyum" perspektifinden destekliyorum. İnanın bana bu etnik milliyetçi bir dürtüden daha da fazlası, zira Balkan'larda yapılan savaşların aileme nasıl zarar verdiğini birinci ağızdan dinlemiş birisiyim. Doğruya doğru, her ne kadar Sırpları birer kasap olarak görsem de, bunda dürtülerimden ziyade uluslararası literatüre yerleşmiş "Serbian Butcher" imajının daha çok etkisi var. Ziyadesiyle milliyetçi Sırp tanıdıklarım - ki bunlardan bir tanesi de bir dönem ABD basınını ülkeden kaçışıyla işgal eden Minja Kovaceviç- da mevcut, ve bütün siyasi fikir ayrılıklarımıza rağmen kendilerini sevmekteyim. Bu noktada, yiğidin hakkını verme politikası izlediğimi belirtmem gerek sanırım. Dolayısıyla ben Türkiye'nin neden bu bağımsızlığa saygı duyduğunu anlayabiliyorum. KKTC'nin siyasi statüsünü Kosova ile özdeşleştirdiğim kadar, Kürtlerle olan meselelerimizi de özdeşleştiremiyorum açıkçası.

Sovyetlerin dağılması ile birlikte çözünmeye başlayan Tito Yugoslavya'sının daha o dönemde bağımsızlığını ilan edebilecek bir eyaletiydi Kosova. Bu açıdan dağılma, Osmanlı Devleti'nin yıkılmasına benzese de arada önemli bir fark söz konusu. Kosova; Sıbistan'dan bağımsızlığını bekliyordu ancak bölgedeki Sırp baskısının yarattığı katliamlar da bütün dünya tarafından biliniyordu. Oysa Türkiye'nin kuruluşunda Kürtler ile Türklerin birlikte hareket etmesi söz konusuydu.


Benzer bir şekilde Kıbrıs çözünmesi de Kosova'nın bağımsızlık beklentisiyle örtüşüyor. Öncelikle, bölgedeki Rumların anakaraya bağlanma isteğini unutmamak gerek. Unutulmaması gereken bir diğer nokta ise taraflar arasındaki din ve din kaynaklı kültür farklılığı. Müslüman Arnavutların, Ortodoks Sırplardan ayrılma isteği, tıpkı Müslüman Türklerin, Ortodoks Rumlardan ayrılma isteğine benziyor. Bunun dışında Sırplar ile Rumların asimilasyon motivasyonları da büyük benzerlik gösteriyor.

İşte bu noktada ben Uluslararası Adalet Divanı'nın "bağımsızlık ilanı meşrudur" görüşünü destekliyorum zira Türkiye için herhangi bir sıkıntı yaratmayacağını düşünmekteyim. Habertürk'ün konuyla ilgili haberinde paylaşılan akademik görüşler ise şöyle:


MENSUR AKGÜN (TESEV Dış Politika Direktörü): Bu karar sui generis mi (kendine özgü) değil mi, hukuksal boyutu nedir, karar metni tam açıklanmadan bilemeyiz ama siyasal bakımdan değerlendirebiliriz.

Uluslararası hukukta devletlerin toprak bütünlüğü vazgeçilmez üç ilkeden biridir. 1648 Vestfalya barışından bu yana uluslararası sistemi toprak bütünlüğü kurar. Bu ilke çok özel şartlarda ihlal edilebilir. Eğer herhangi bir siyasi otorite bu konuda karar verecek olursa, bu ilkenin sürekliliğinin norm oluşturacağı konusunda bir karara varırsa o zaman bütün devletler sistemi ortadan kalkar. O zaman her devletin içindeki her etnik grup belli topraklar üzerinde egemenlik hakkında bulunma iddiasını kendinde görür. İstisnalar ancak Karadağ, Kıbrıs gibi uzun süredir çözülemeyen ve sınırları açıkça belirlenmiş ihtilaflar için geçerli olabilir. Zaten bu karar emsal olursa Kıbrıs’ı konuşmaya gerek kalmaz, Karadağ’da bitti iş denir.

Uluslararası Adalet Divanı’nın Kosova kararı Kıbrıs’ı nasıl etkiler? Şu olacak: Kıbrıs’ta çözümsüzlük olursa Lahey’deki karara atıfta bulunacak artık KKTC. Bu son karar, Rum tarafını çözüme teşvik edecek. Çünkü zaten uzun zamandır Kosova’nın durumundan rahatsızlar. Çözümsüzlükte daha fazla direnirlerse KKTC’nin bağımsızlığının tanınması için bir emsal olacak bu karar.

Türkiye’nin içine, Kürt meselesine dönersek… Siyasi şartlar oluşursa her şey olabilir elbette ama Kuzey Irak’ta bile böyle bir durum oluşmadığına göre bizim korkmamıza hiç gerek yok.

ULUSLARARASI İLİŞKİLER PROFESÖRÜ HASAN KÖNİ: Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) önüne sadece devletler gidebiliyor. Bir de danışma görüşü almak için devletler arası örgütler gidebiliyor. Mesela IMF, Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü, Güvenlik Konseyi gibi. Bunların dışında kişiler, birtakım gruplar UAD’ye gidemezler. Milletlerin gitmesi için iki devletin mutlaka anlaşması gerekiyor. Mesela bizim Fransa ile 1927’de Bozkurt-Lotus davamız olmuştu. Bu iki gemi, açık denizde çarpışmış, bizim gemi batmıştı. Biz bu konuda bir yargılama yapınca Fransa yargılayamazsınız demişti. Sonunda UAD’ye gittik. Divan’da, “her gemi ait olduğu ülkenin kara parçasına dahildir ve yargılayabilir” kararı çıktı.

Kosova olayı başka devletler tarafından UAD’ye götürüldü. BM Güvenlik Konseyi, Divan’dan danışma görüşü aldı. Zaten ayrı bir devlet yapısı olarak kurulmuştu. Orada üç ayrı topluluk söz konusuydu. Kosova da kendisini devlet ilan etmişti. UAD’ye görüş sordular. Onlar da uluslararası hukuka aykırı değil dedi.

Yani belli bir devlet yapısı oluşturulabilirse bu divanın önüne gidiliyor. Veya BM böyle bir şey sorabiliyor. Bunun dışında ayrılıkçı gruplara ise en fazla “savaşan” hakkı veriliyor veya eski sömürgelere böyle haklar veriliyor. Ama bir ülkenin içindeki etnik bir gruba devlet kurma hakkı verilmesi söz konusu değil. Uluslararası hukukta böyle bir yapı oluşmadı.

Bu kararın yeni bir mikro milliyetçilik dalgasına yol açması ve yeni devletlerin ortaya çıkması çok zor. Kimsenin endişelenmesine gerek yok. Bu olursa hemen hemen 600 yeni devletin ortaya çıkması gerekecek. Bu da dünyayı çok zor durumda bırakır. ABD dahil buna. Kızılderililer kendilerine ayrılan topraklarda yaşıyorlar. Onlar da Kızılderili devleti isterler.

Bu karar Kıbrıs sorununda çözüm açısından Rumları iter tabii. Ancak unutmayalım, AB Kıbrıs cumhuriyetini AB’ye aldı. Orada böyle bir ayrılma olması pek mümkün görünmüyor. Ama çözüm olmazsa fiili durum devam eder. O zamana kadar da hukuk değişirse böyle bir ikili yapı ortaya çıkabilir.

Kürt meselesi içinse bu mümkün değil. Kürtler’in UAD’ye gidebilmesi için önce savaşan taraf olarak tanınmaları, daha sonra başka devletler tarafından tanınmaları gerekir. Bu çok hayali olur. Ama ülkelerin kendi içlerindeki çeşitli gruplara kültürel haklar, yönetim hakkı tanıması gibi durumlar zaten uluslararası hukukta var.

Peki bu kararı kabul etmeyeceğini açıklayan Sırbistan bundan sonra ne yapabilir? Kendisi başvurmadığı için onu bağlayıcı bir karar değil bu. Sırbistan başka bir ülkeyle birlikte başvursaydı o zaman bu kararı kabul etmek zorunda kalacaktı. Şimdi Sırbistan bu kararı kabul etmez ama sonuçlarına katlanır. 69 ülke bu ülke Kosova denilen devleti tanıdı. Sırbistan onlara karşı bir tutum sergilerse bu BM nezdinde saldırı kabul edilir. Ve devletler ona göre harekete geçer, Sırbistan haksız duruma düşer. Sırbistan en fazla Kosova ile ilişki kurmaz, tanımaz, bu olabilir.

20 Temmuz 2010 Salı

Dikkat, Yaş Sınırı Var!

Hayatımız boyunca ne istersek karşımıza mutlaka bir yaş sınırı çıkar. Misal, 18 yaşına gelene dek Türkiye'de alkol ve tütün mamülleri satın alamaz, gece klüpleri ve barlara giremez, pasaport, ehliyet ya da nüfus cüzdanı çıkartamazsınız. 25 yaşın altındaysanız milletvekili seçilemez, 40 yaşın altındaysanız cumhurbaşkanı olamazsınız. Benzeri bir şekilde de, hali hazırda 20 yaşını geçmeden de bu yazıyı anlayamazsınız.

Neden anlayamayacağınıza gelince; malumunuz Türk insanının ergenlik sanrıları ortalama olarak 20 yaşına dek devam etmektedir. İşbu yazıda ise, ergenliği - ziyadesiyle sıkıntılı olarak - geçirmiş bir Türk vatandaşının ebeveynlerine karşı olan bakış açısını okuyacaksınız.

Henüz 20'imden gün dahi almamışken ailemden olabildiğince uzakta bir şehirde okumak, kendi ayaklarım üzerinde durmak, kendi kararlarımı vermek isterdim. Büyüme sancıları dedikleri bu olsa gerek. Ancak insan büyümeye başlayınca sorumluluk almak denen hadisenin ne menem bir dert olduğunu anlıyor. Eskiden kredi kartı ekstresi ya da telefon faturası gibi dertlerim yoktu mesela. Ben gününde ödemeyi düşünmesem de olurdu, nasılsa hali hazırda babam benim yerime hallediyordu bu dertleri. Şimdi hesaplarımı kontrol edebilsin diye notere gidip vekalet vermem gerekiyor ki, bunca derdin, işin gücün arasında notere gitmek bile külfet gibi geliyor, inanın.

Hayatın sadece yemek, içmek, sıçmak ve sevmekten ibaret olduğunu zannederdim. Nasıl olsa elbet bir gün çalışacak, kendi yemek paramı çıkartacak, kendi kazandığım para ile hesap ödeyecektim ve inanın o günler çok uzak gelirdi. Pek de uzak değilmiş. 24'üme yaklaştığım şu günlerde, düşünebildiğim tek şey, lise zamanı hayatımın ne kadar rahat olduğu. Gece arkadaşlarımla buluştuğumda eve dönmek için her daim özel şöförlüğümü yapmaya hazır bir babam vardı mesela, şimdiki gibi benzindi, taksiydi uğraşmak zorunda kalmazdım. Ya da ne bileyim hem alışverişimi, hem mutfak masrafımı, hem ders malzemelerini falan kendi limitli harçlığımdan ödemek zorunda kalmazdım. Alışverişe annemle çıkar, annemin yemeklerini yer, okul için bir şey lazım olduğunda ise Baba Bank'tan sınırsız ve geri ödemesiz kredi alırdım. Şimdi ise ya bu limiti aşmamak için yırtınıyorum, ya da aşmam gerektiğinde serbest işler yapmak zorunda kalıyorum. Her ne kadar özel ders vermek ya da çeviri yapmak kolay işlermiş gibi görünse de, belirli bir iş disiplini gerektiriyor ve inanın ben hayatımdaki tek disiplinin sabah 8'de kalkıp okula gitmekten ibaret olduğu yılları özlüyorum.

Oysa ne kadar çok bağırırdım anneme, arkadaşlarımla sinemaya gitmek için izin vermiyor diye. Ya da ne kadar çok kızardım babama, bana 30 lazımken üzerinde olmadığı için 25 veriyor diye. Meğersem, şımarık piçin önde gideniymişim de haberim dahi yokmuş. Evet, o zamanlarda da görüyordum sefalet çeken, hastalıklarla boğuşan, hayata tutunabilmek için yırtınan insanları ama çektikleri acılara ucundan kıyısından yaklaşamadığım için yeterince empati kuramıyordum. Şimdilerde ise, ben dahil bütün arkadaşlarım iş bulma telaşına düşünce, tanıdığım erkeklerin askere gitme vakti gelince, ve en önemlisi bir çok dostumun ebeveynlerini toprağa gömdüğüne şahit oldukça anlıyorum gerçek hayatın ne kadar zor olduğunu. Ölümün sıradanlaşmaya başladığı, evliliğin bir sonraki seçenek haline geldiği, çalışmanın şart olduğu bu yaşlarda o kadar saçma geliyor ki o eski dertler, bunu bir tek bu duruma gelenler anlar. Çok şükür ki, hala şımarabilecek ve beni ne olursa olsun destekleyecek bir ailem var ve başka bir şehirde olsalar da desteklerini bana her dakika hissettirebiliyorlar. Sadece şanslı doğanlardan değil, şansla yaşamaya devam edenlerden olduğum için Tanrı'ya duyduğum minneti anlatmaya kalksam satırlar yetmez.

Neden bugün bunları düşündüğüme gelince. Bugün bir kez daha ne kadar harika bir aileye sahip olduğumu anladım. Bu ülke yaşayan 250 bin kişilik bir kesim dışında kalan insanlara şımarıklık gibi gelebilir ama, ben bugün mezuniyetimi geciktirmiş birisi olmama rağmen, yalvarmadan, dilenmeden ailemden tek seferde tatil izni almayı başardım. ABD'de okuduğum lanet okulu bırakıp, harcanan 50 bin Dolar'ı çöpe atıp, Türkiye'ye dönmek istediğimi aileme telefonda açıkladığım zamankine benzer bir sıcaklık ve onay hissettim. Ne kadar çuvallarsam çuvallayayım arkamdalardı. Oysa ben, sadece bir kaç yıl önce annemden nefret ediyor, babamınsa hayatıma sınır koymak için gönderildiğini düşünüyordum. İstedikleri tek şeyin benim doğru ve dürüst bir insan olarak yetişmem olduğunu anlayamayacak kadar aptaldım, istediklerinin onların küçük kopyası olmam olduğunu zannediyordum. Babam; erkek arkadaşlarıma karışıyordu çünkü beni her an kandırılabilecek aptal bir kız zannediyordu, ve şimdi geriye baktığımda hiçbir şeyden pişman olmasam da görüyorum ki, gerçekten gereksiz adamlara değer vermiş aptal bir kızmışım. Annem; okumak istediğim bölüme karışıyordu çünkü benim kendi doğru seçimini yapamayacak bir kaybeden olduğumu düşünüyordu, ve şimdi geriye baktığımda görüyorum ki, seçimime el atmasalardı bu kadar keyifle okuduğum bir bölümün kapısından dahi geçmez, 3 kuruş için mutsuz bir şekilde sürüneceğim bir alanda ihtisas yapardım. En önemlisi, ben o yıllarda kendimi çok iyi tanıdığımı zannediyordum ama şu anda bile her gün kendimi yeniden keşfediyorum. Ve bir kez daha şükrediyorum, çünkü elimdekilerin kıymetini kaybetmeden anlayabildim.

Başta da belirttiğim gibi, bu yazıyı ergenlik sanrıları geçmemiş çocuklar anlayamaz. Evet, sizin yaşınızdayken benim de en çok sinirlendiğim şey çocuk zannedilmekti, ve inanın şimdi şimdi anlıyorum neden öyle görüldüğümü. Hâlâ yeterince büyümedim, tatmadığım tecrübeler var ama hiç değilse şimdi toy olduğumun bilincindeyim. Kimi zaman büyümeye başlamak canımı yaksa da, çoğu zaman inanılmaz bir zevk veriyor. Çocukken beni en çok cezbeden şey de bu zevkti zaten, o yüzden de canımın yanacağını söyleyenlere aldırmazdım hiç. Siz, siz olun, kötü şeylerin de başınıza gelebileceğini bilin. Bir kez daha teşekkür ediyorum aileme, yaşlandıkça onlara benzememi sağladıkları için, zira onlar gerçekten işin iyisinden anlayan, tecrübeleri sayesinde devrilmeyecek kocaman çınarlarmış,

18 Temmuz 2010 Pazar

Umberto Eco, Sen Ne Garip Adamsın!

Malumunuz 2 gündür yeni gündemimiz; Can Yayınları'ndan, Sosi Dolanoğlu çevirisiyle sunulan, Umberto Eco ile Jean-Claude Carriere'in sohbetlerini "Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın" adıyla bize sunan kitapta yer alan tespitler. Habertürk'ün konuyla ilgili haberini okuduğumda düşüncelerim bir sağa bir sola doğru adeta yengeç dansı yapmaya başladı. Habere buradan ulaşabilirsiniz.

Haberde önce Salman Rüşdi'nin Şeytan Ayetleri kitabının yasaklanması ile Çin'de süregelen internet sansürü arasında kurulan bağlantıdan söz edilmiş. Şöyle ki; Eco'ya göre dini bir sansüre maruz kalmış olan kitap batılı aydınlarca korunmuş ve sansür başarısız olmuştu. Eco bunu büyük bir zafer olarak görse de Carriere'e göre bu sadece Rüşdi'ye ait bir zafer. Bu konuda kendisine katılmadan edemeyeceğim, zira kendisinin de belirttiği gibi Orta Doğu gibi hala aşırı muhafazakar toplumlarda kalemin kılıçtan keskin olduğu durumlarda, kılıç sizin hazin sonunuz olabiliyor. Her ne kadar Eco'nun da belirttiği gibi internet bütün denetimlere rağmen sansüre karşı önemli, dimdik ayakta duran bir kale olsa da, maalesef bu durum yazarların yaratıcılığının ve fikirlerinin bir fetva ile sonlandırılmasına engel değil. Evet, Çin Halk Cumhuriyeti hükümeti sansürü idamla desteklemiyor olabilir, ancak bunu hali hazırda uygulayan rejimler mevcut. Açıkçası Eco'nun bu tutumu iyimserlikten öteye gidemiyor zira kendisi internet var olsaydı Yahudi Soykırımı'nın olmayacağını savunuyor. Peki ya Batı'nın arka bahçesinde bir kaç yıl öncesine dek gerçekleşen Bosna Katliamı ya da internetin varlığına rağmen Birleşmiş Milletler'in ya da Nato'nun etkisiz kaldığı Rwanda Soykırımı nasıl oluyor da gerçekleşiyor? Dediğim gibi, Eco rejimlerin internetle verdiği savaşı oldukça ılımlı yorumluyor.

Eco daha vahim bir hataya da Mevlana ve Atatürk'den söz ederken düşüyor. "Pers kültürünün merkezlerinden birinin bugünkü Afganistan olduğunu biliriz. XI. ve XII. yüzyıldan itibaren Moğol tehdidi belirgin bir nitelik kazandığında Belh'teki düşünürler ve sanatçılar, aralarında gelecekteki Mevlânâ Celâleddin Rumî'nin babası da varmış, en değerli el yazmalarını yanlarına alarak şehirden ayrılmışlar. Batıya, Türkiye'ye doğru gitmişler. Rumî, pek çok İranlı sürgün gibi ölünceye kadar Anadolu'da Konya'da yaşayacaktı." sözlerine bakıldığında, Rumî'yi alenen Türklükten azad ediyor ve Türk sosyal kimliğine büyük katkıları olan Mevleviliğin aslında Pers öğretileri olduğunu, kültürümüzün bunun üzerine inşa edildiğini söylüyor. Oysa geçmişimden hatırladığım bir kaç anektoda göre zaten Rumî'yi kendisi yapan öğretiler, Anadoluda yaşan halkın toplumsalcı anlayışına göre şekillendirilmiş öğretiler. Kısacası Mevlânâ; sadece Pers babasından öğrendikleriyle değil, yaşadığı topraklarda gözlemledikleriyle de bize fikirlerini miras bırakan bir lider. Benzer bir şekilde Atatürk hakkında söyledikleri de oldukça düşündürücü. "Atatürk, kendi devrinde, Türkiye'nin tarihini tamamen baştan yazdırdı. Romalılar devrinde, Türkler'in gelişinden yüzyıllar önce, Türkiye'de Türkler'in yaşadığını söyletti. Her yerde bu böyle... Doğrulamak istersek nerede doğrulayacağız? Türkler gerçekte Orta Asya'dan gelmişlerdi diye biliyoruz, günümüz Türkiye'sinin ilk sakinleriyse yazılı iz bırakmadılar. Ne yapmalı?" Açıkçası ben bu sözlere baktığımda, Atatürk'ün Türklerin ortak tarihini yok eden ve tarihi sil baştan yazdıran bir adam olarak yansıtıldığını görüyorum. Peki buna rağmen neden hala resmi tarih kitaplarımız bizlerin Orta Asya'dan Anadolu'ya gelen bir ırk olduğumuzu iddia ediyor, neden 1071 Malazgirt Savaşı'nın tarihi aklımıza kazınmış durumda? Ya ortada büyük bir çelişki var ya da Eco, Türk Devrim Tarihi'nin tarihçilik kısmı konusunda yeterli bilgiye sahip değil. Elbette Türklerin nereden geldiğini tarih profesörü edasıyla sorgulayacak değilim, resmi tarihimiz söz konusu olduğunda oldukça büyük hatalar da söz konusu ancak işin bu kısmına gelince kimin hatalı olduğunu sorgulayabilirim sanırım.

Velhasıl kelam, ben Eco gibi büyük bir edebiyatçının düştüğü hataları gördüğümde çok üzüldüm. İlk 100 entellektüelden biri olan böylesine büyük bir zihnin, bu kadar vahim hatalar yapabilmesi ziyadesiyle kaygı verici.

Zaten Aşklar Hep Yalan Dolan


Güne erkek arkadaşım tarafından uyandırılarak başladım. Benimkisi azıcık rafine bir dana olduğu için öyle "günaydın bi'tanem"dir, "seni özledimdir" gibi cümleleri pek sarf etmez. Daha çok "gak kıs saat gaç oldu" der, olmadı sonuna beni delirtmek için "soğan doğra" diye de ekler. Şaka bir yana çok şükür aramızda hiçbir sorun yok. Dediğim gibi birazcık rafine bir dana ama onu da kendince telafi etmeyi başarıyor. Çocukluğundan kalma battaniyesini görmüş gibi sarılması mesela, çoğu zaman yeterli. Ya da sızdığı zaman farkına varmadan uykusunda benimle ilgili sayıklaması çok değerli benim için. Peki ben bunları size neden anlatıyorum, hemen söyleyeyim. Malum yaz geldi, ortalık birbiriyle sevişen ünlülerin haberleriyle doldu. Bütün dergi kapaklarında yaz aşklarına dair başlıklar yerini aldı. Erkek dergilerinde bile hatun tavlama taktikleri işlenir oldu. Eh dolayısıyla bunlara biraz sitem etmek de farz oldu zira ciddi anlamda katlanamadığım bir şey varsa, o da bütün kadın milletini 10 maddeye genellemeyi başaran yazılar ve bunun yapılabileceğini kanıtlarcasına davranan ünlülerdir. Dergiler demişken; Esquire'ın Temmuz 2010 sayısında yer alan "Kadınları Anlamak İçin 10 Altın Kuralı Veriyoruz" başlıklı yazıyla girişelim eleştirilere.

Bahsedilen 10 altın kural şöyle:

Onları her zaman anlayamazsın; bunu, kabullen.
Kadınlar, bize göre daha fazla değişti,
Sen ne istersen, o da onu istiyor.
Kafalarında ısmarlama erkek figürü var.
Çelişki, isteklerinin doğasında var.
Üç günlük sakal gibisi yok.
Kadınlar güvenlik ister.
Çok kibar olmayın, nadiren de olsa kaba saba olun.
Tek olmak, kadınların en büyük hayali.
Kadınlar, her daim yanlarında olan, onlarla ilgilenen erkek ister.

Şimdi kusura bakmayın ama ben ilgili makaleyi okuduğumda onlarca küfür geldi aklıma. Kadınları asla anlayamayacağını iddia etmek, her ne kadar Freud tarafından bile desteklenen bir teori olsa da dünyanın en basit tezidir maalesef. İnsan beyni maalesef bir aslanınki ya da balığınki gibi çalışmıyor. İnsana boşuna düşünebilen hayvan demiyoruz biz, neden, çünkü her hayvan gibi ilkel içgüdülerimiz var ancak aynı zamanda bunları yönetme ya da bunlara teslim olma seçeneklerimiz de var. İşte bu her bireyi birbirinden farklı kılıyor. Nasıl ki bütün erkekler birbirinin klon kopyası değil, kimisi futbol delisiyken kimisi futboldan nefret edebiliyor, kadınlar için de durum farklı değil. Konuşmaktan hoşlanmıyor olabilirsiniz ancak kendinizi mimik ve jestlerinizle de ifade etmeyi bir çoğunuz beceremediği için biz o çenenizi açmanızı bekleyebiliyoruz. İnsanlar sadece sorunları çözmede değil, günün her dakikasında konuşmayı tercih edebilir, neticesinde bizi klan halinde yaşayan hayvanlardan ayıran en önemli özellik budur. Parfümlerinizin altına gizlenmiş feromonlarınızın bizim için hiçbir değeri de kalmadı; devir koklaşma değil, konuşma devri. Eğer birazcık kafanızı oyuncaklarınızdan kaldırabilseydiniz, ya da bir kadınla iletişim kurmaya çalışırken onu çıplak hayal etmeyi bir kenara bırakabilseydiniz gerekli gereksiz değil, makul ve akla yatkın sorularla "sizin" kadınınızın nasıl davrandığını, nelere tepki gösterdiğini gözlemler, kadınlara anlam verebilirdiniz. Evet, annenizden çok farklıyız zira yüzyıllardır bastırılan denkliğimizi bir yüzyıl içinde elde etmeye çalışıyoruz. Yeni bir yüzyıla geçmemize rağmen hala bizleri farklı ortamlarda "oynamamız" gereken rollerle yönlendirmeye çalışıyorsunuz, çünkü bizler hala babaları gibi düşünmeye programlanmış erkeklerle mücadele etmeye çalışıyoruz. Sizin bize karşı olan beklentileriniz bizim hayatımızı şekillendirmiyor. Elbet hayatını eşine göre yaşayan kadınlar da var ancak çağımızın kadını sizin etiketlerinizden kurtulmaya çalışıyor. Şunu anlayın; erkekler erkekçe eğlencelerine saygı duyulmasını beklerken, kadınlar birey olarak saygı istiyor. Kafamızda ideal bir erkek figürü olduğu doğru ancak bu figür herkes için farklı bir beyaz atlı prensi işaret ediyor. O yüzden kimi kadın Ezel hastasıyken kimisi de Mehmet Şadoğlu figüründen besleniyor. Kimisi sevginizi görmek istiyor kimisi duymak. Öncelikle gerekli ya da gereksiz soru sormayı bir kenara bırakıp, kadınınızı tanırsanız, nelerden hoşlandığını daha çabuk algılayabilirsiniz. Yoksa sandığınız kadar da çelişkili varlıklar değiliz, sadece istediklerimizi alamayınca olanla yetinmeyi biliyoruz. Her ne kadar sabahları "günaydın bi'tanem" naralarıyla uyandırılmayı tercih etsek de, "kalk kız saat kaç oldu"yla yetinmeyi, kendimizi "hiç değilse uyandıracak kadar varlığımın farkında" masalıyla avutmayı öğrendik. Ve inanın, bu avuntular ziyadesiyle sağlıksız olduğu için farkına varıldığı anda bizi erkeğimizden soğutuyor. Benzeri bir avuntu da bu sakal mevzusunda geçerli. Her ne kadar kadınların bir kısmı maço görüntüden hoşlansa da, her insan sevdiğini bakımlı ve temiz görmek istiyor. Sakal tercihi daha çok kadının baba figürüyle alakalı. Misal ben erkeğimin benim için traş olmasından daha çok haz ederim zira çocukluğum boyunca babam kaftasonları bile, "kızımın yanakları öpünce acımasın" düşüncesiyle traş oldu, hala da gününü benimle geçirecekse traşını düzenli olarak olmaya devam ediyor. E hal böyle olunca benim tercihim; beni sabah akşam kollayacak, sözde bana güvenlik sağlayacak, traşsız, maço görünümlü erkekten ziyade; kibar, düşünceli, temiz görünümlü erkeklerden yana oluyor. Sizler, bizim için kapıları açmanızın ya da bizim yerimize garsonu çağırmanızın ilkel dürtülerimizden kaynaklı güvenlik testleri olduğunu düşünseniz de; bizler bunları sadece ailenizden adab-ı muaşerete dair yeterli bir eğitim alıp almadığınızı görebilmek adına bekliyoruz. Dolayısıyla, kendi ailesinden de böyle bir tavır görmemiş bir kadının umurunda bile olmaz yapacağınız reveransların. Kısacası karşınızdaki kadın kadar kibar olmayı bilmeniz gerekiyor ve emin olun eğer tavlamak adına rol yapıyorsanız elbet bunun rol olduğu da ortaya çıkıyor. Sırf biraz maçoluk uğruna radarlarınızı başka kadınlara yöneltmeniz hoşumuza pek gitmiyor, bunu kıskandırma amaçlı oyun oynamak niyetiyle yapsanız bile bizler sadece babalarımızın değil, sevdiğimiz adamın da prensesi olmak istiyoruz. Erkek tek eşliliğe müsait değil, hormonlarımız bizi yönlendiriyor gibi masallarla kendinizi savunmak yerine, benzer hormonların bizde de olduğunun farkına varın. Evet, kız arkadaşınız sizin arkadaşlarınızı dahi tavlamak ister, çevresinde ne kadar erkek varsa tamamının ilgisini üzerine çekmek ister ancak kimi kadınlar size saygı duymadığı için bunu alenen yaparken kimileriyse gerek aldığı terbiye gerekse size olan saygısından bunun için çabalamaz bile. Her ne kadar hayatımızı size odaklı yaşamasak da, sizinle vakit geçirmekten, size karşı olan aitlik duyularımızı sevdiğimizden sizi bu kadar çok yanımızda istiyoruz. Emin olun Playstation'ı sizinle beraber oynayabilecek kadar zekiyiz ancak sizler bize bu şansı vermeyecek kadar kör olabiliyorsunuz.

Uzun lafın kısası kadının tek tip olabileceğine yönelik düşünceleriniz bizimle sorun yaşamanıza sebep oluyor. Biz nasıl sizlerin farklı geçmişlerden geldiğiniz için, birbirinizden farklı olduğunuzu kabulleniyorsak; siz de bunun bizim için de geçerli olduğunu algılayın artık. Bilim insanlarının yüzyıllardır insan biyolojisini bile tam anlamıyla algılayamadığı bir gerçekken, nasıl olur da her insanın birbirinin prototipi olabileceği düşüncesini benimseyebiliyorsunuz, işte sanırım bu bütün kadınların ortak sorunu. Karşınızdakini sadece bir kadın değil aynı zamanda bağımsız bir birey olarak gördüğünüz gün, etrafınızdaki bütün kadınlarla, hatta bütün insanlarla olan iletişiminiz olumlu bir boyut kazanacak, emin olun.

Gelelim; özgür görünmesine rağmen oyunu erkeklerin kurallarıyla oynamaya çalışan, denkliğinden ödün veren hemcinslerime. Muhtaç olmadıkları halde, sürekli olarak bir erkeğin sevgisine muhtaçmış gibi görünen bu kadınlardan eskiden tiksinirdim, şimdi sadece okuduklarını ve gördüklerini özümseyememiş olduklarını düşünüyorum. Misal bugün HT'de okuduğum bir habere göre Ece Erken hanım kızımız sevgilisine oldukça rutin aşk tesleri yapıyormuş.

Habertürk'ün haberine göre:

Bodrum'da bu yaza, Erdinç Acar'ın aşk jestleri damgasını vuruyor... Geçtiğimiz günlerde Türkbükü'nde sabaha karşı sahibi olduğu Mavi Otel'den lazer ile Türkbükü Koyu'nun karşısındaki tepeye "Ece Erken Seni Çok Seviyorum" diye yazdıran Erdinç Acar, bir anda gündeme oturmuştu. Açıklama yapan Ece Erken, "Şu an bir şey yok ama ne olur bilemem" diyerek, ilişkisiyle ilgili açık kapı bırakmıştı. Bodrum'da tatillerini sürdüren ikili, önceki gün yine karşı karşıya geldi. Erdinç Acar, Maça Kızı Beach'te arkadaşları ile eğlenirken Ece Erken'e iltifat üstüne iltifat yağdırdı. Erdinç Acar, güzel sunucunun; "Benim için başka ne yaparsın?" sorusu üzerine, "Senin için kolumdaki 26 bin euro'luk saati denize atarım" dedi ve herkesin önünde saati çıkarıp denize attı. Bu olay Erken'i hem çok şaşırttı, hem de keyiflendirdi. Gösterinin ardından Erdinç Acar'ın arkadaşları denize dalarak saati aradı, ancak çabalar sonuç vermedi.

Ben bu durumu sadece şımarıklık olarak değerlendiriyorum maalesef. Kadının manipülasyon yeteneğiyle birleşmiş rafine bir şımarıklık maalesef erkeğin kıymet bilmemesine yol açabiliyor. Kadınların burada kaçırdığı en önemli nokta ise, bir ailenin karnını senelerce doyurabilecek bir meblağa sahip olan bir nesnenin, hiçbir kıymeti yokmuş gibi, sadece tavlamak uğruna çöpe gidebileceği gerçeğinin aynı zamanda kadının kendisi için de geçerli olduğu. Yani; bugün umursamıyormuşcasına değerli bir şeyi kullanılmaz hale getirebilen bir erkek, yarın yine aynı umarsızlıkla sizi de fonksiyonsuz hale getirebilir. Oysa hanım kızımız, bu olaydan "ah bana ne kadar kıymet veriyor, hesap cüzdanlarını önüme sürüyor" dersini çıkarıyor. Ne söz konusu hanım kızımızın, paraya ve para kaynaklı jestlere bu kadar ihtiyacı var, ne de söz konusu beyefendinin iki bacak uğruna parasını feda etmeye. Onlar oyunu sadece tüketim toplumunun kuralları çerçevesinde oynuyor ve yarın bir gün hislerini de tüketebileceklerinin farkında bile değiller. Oysa ki, hanım kızımızın sevgisinin kıymeti, onu bekleyebilecek kadar sabırlı olmakla ölçülseydi, belki de destansı bir sevdaları bile olabilirdi, ama işte olması gerektiğini sandığımız kurallar bir kez daha iş başında.

Sabır demişken, aklıma Boxer dergisinin Temmuz 2010 sayısındaki "Erkekler Gerçekten Değisebilir, Kadının İstediği Gibi Olabilir Mi?" başlıklı yazı geliyor. Kadınların bir ilişkiye başlarken sil baştan yaptıkları doğru gibi görünse de aslında aksine geçmiş kötü tecrübelerine daha sıkı sarılırlar. Benzeri bir hareketi de karşısındakinden beklerler; yani erkeğin eski sevgilisi nasıl "seni seviyorum"u sık sık duymayı bekliyorsa ve erkek bunu öğrendiyse; yendi sevgilisinin de bunu beklediğini bilmelidir erkek. Zaten ortada yanlış bir şey varsa, kadın bunu belli edecektir. İnsanlar toplum içinde farklı, kapalı kapılar ardında birey olarak kaldıklarında farklı davranırlar. Bu kadın için de erkek için de geçerlidir. Toplum içinde zayıf kadınları "bir deri bir kemik" diyerek ezmeye çalışan bir kadın, evine döndüğünde rejim listeleri arasında kafayı sıyırabiliyor olabilir. Öncelikle gerçek kişiliğimizle maskelerimizi ayırt etmemiz gerekiyor. Bir kadın ya da bir erkek ne zaman ki maskelerini bir kenara bırakır ve canının yanmasından korkmaz hale gelir, işte o zaman yaşadıkları ilişki sağlam zeminler üzerine oturmaya başlar. İşte kadının da erkeğin de bütün bu karşı tarafı değiştirme çabaları bu durumdan kaynaklanır. İki taraf da karşısındaki insanın maskesiz yüzünü keşfetmeye, yalı haldeyken de sevebileceği gibi olup olmadığını anlamaya çalışırlar. Bir erkek takım elbise giymediği halde ona bir dolap dolusu takım alan kadının tek motivasyonu, erkeğin de tıpkı kendisi gibi korkuları ve çekinceleri olabileceğini bilmesidir. Nasıl ki kendisi stiletto giyip yürüyememekten korkuyorsa; erkeğin de kravat taktığında aptalca ve antik görünmesinden korktuğunu zanneder. Bütün bu değiştirme çabası, ilişkinin fazlarını hızlıca atlayıp neticeye gelme ya da gelmeme isteğinden doğar. Oysa nasıl ki, az zamanda daha fazla kazanmak adına hormonlanan meyveler bünyemizi bozuyor, kansere davetiye çıkarıyorsa, ilişkilerde de hızlandırma ya da yavaşlatma çabaları bünyenin orjinalliğini bozar, tarafları kanser eder.

Özetlemek gerekirse; kadın gururu ve onuru uğruna kendisine doğru olduğu dayatılmış oyunları oynamaktan vazgeçmeli, erkek ise herkesin güzel kabul ettiği değil, kendisine güzel gelen kadını elde etmek uğruna sabırlı olmayı bilmelidir. İnsanlar sadece kendileri olduklarında kıymetlidirler ve inanın size bu kıymeti verecek insan sizi istediğiniz şekilde sevebilecek insandır. Duygularımız rasyonel olabilselerdi, adları zaten duygu değil, fikir olurdu, bunu aklımızdan çıkarmamamız gerek.

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Bazen

Bazen her şeyi bırakıp sonsuzlukta yaşamak istiyorum. Hani ıssız adaya düşmüş gibi, yanıma alacaklarım da belli. 3 bile değil, 2 tane. Biri içine dalıp asla çıkmayacağım engin bir denizi diğeri de ince yağmur. Bunlar yeter bana. Ne alınırlar söylediklerime ne de gücenirler yaptıklarıma, sadece anlarlar, dinlerler ve konuşurlar. Üçümüzün de ihtiyacı olmaz başka şeylere. Biz birbirimize yeteriz ve birbirimizi yargılamak yerine sadece güleriz.

Suların kenarında, dalgaların sesiyle huzur getiren, en pofuduk yataktan daha tatlı bir hamak. Sınırsız çay ve sigara. Belki bir nargile. Elmalı, cappucinolu ya da kavunlu bir nargile. Közü hiç tükenmeyen, tütünü hiç yanmayan. Bir de deli gibi jelibon, nutella, kola ve cips. Pislik besin maddeleri.

Ve sonsuz muhabbet Deniz'imle, Selin'imle. Yermeden, yargılamadan, yerin dibine batırmadan. Maskeler olmadan, cüzzam olduğu gibi meydandayken. Hem birbirimizin nefesi, yakmaz ki bizim tenimizi...

Serinletir sadece.

15 Kasım 2009 Pazar, Ankara

Aklımı kaybettim, bulanlara Tanrı'dan rahmet diliyorum.

Ne zaman yerinde oldu ki diye çıkışacaklara müjdemdir, bir pralin dolgusunun içindeki minicik bir molekülken bile çok mantıklı bir iş yapıp hücreye dönme kararı verdim ben. Varoluşumun ardında bile bir akıl gizli, hatta iki. Sevimli bir dişi zihin, etkileyici bir erkek zihniyle bir araya gelerek, uygun zamanın o olduğuna karar veriyor ve bir küçük zihin yaratma çabası içinde yer alıyorlar. Bundan daha mantıklı bir durum söz konusu olabilir mi?

Bu satırlar yazılırken ilk nefesimin üzerinden 8183 gün, 4 saat, 49 dakika ve 9 saniye geçti ve ben hala nasıl olduğunu anlamadan kaybolan aklımın bağlı olması gereken beynimi oksijen ve şeker ile besliyorum. Aklımı kaybetmiş olmama rağmen, en ritmik hareketimin ardında bile bir mantık var ve ben bunu artık umursamıyorum.


Yo yo hayır, duygularım yüzünden değil. Duygulara hiçbir zaman inanmadım çünkü onların da aklımın bana bir oyunu olduğunu biliyorum. Neticesinde biraz seratonin, biraz testesteron ve derken al sana duygular. Hem zaten duygularım bana aklımın bir oyunuysa, bu kayıp aklımla ne hissedebilirim ki?

Söyleyeyim, nöronlarımın hissettiklerini. Kısacası 5 duyum bana ne getirecekse onu. Elimde taşıdığım cüzdanla sahipliği hissedebilirim, ya da gözümle gördüğüm manzarayla ihaneti. Yoksa kulağımla duyduğum mu demeliydim, nihayetinde bu sıralar işitir oldum tüm öfkemi ve kinimi.

Size aklımı ilk kaybettiğimi hissettiğim zamanı anlatmayacağım, o zamanı bulabilsem aklımı da bulabilirim sanırım. Kaybettiğim aklın nerede olduğunun tahminini de yapmayacağım, neticesinde kimin için bu kadar delirdiğimden emin olabilsem, hissettiklerimle aklım arasındaki bağlantıyı da kurabilirim sanırım.


Yazmamın tek bir sebebi var deliliğimi paylaşmak. Hani sevgi paylaştıkça çoğalır, keder paylaştıkça azalır derler ya o misal bir durum söz konusu. Deliliğim paylaştıkça taze kalıyor ve ben o ilk ana yakın durabiliyorum henüz.


Bunları yazarken 49 dakika oldu 53 ve ben hala önümü göremiyorum ya, ona yanıyorum...

28 Aralık 2009 Pazartesi, Ankara

Ergen Evliliği


14 yaşında imam nikahıyla evlendirilen A.K ve A.B.V...

Her gün her saniye okuyoruz, duyuyoruz değil mi? Biz okumasak da her gün evlendiriliyor birileri bu dünyada daha kendi çocukken.
İşin sosyal boyutlarını, evlilik kurumunun ciddiyetini falan bir kenara koyun. Aslında ne kadar mantıklı küçük yaşta evlenmek, bir düşünün. Seviyorsunuz, seviliyorsunuz ve henüz cinsellik nedir, yalan söylemek nedir, aldatmak nedir hiçbir haltı bilmiyorsunuz. Çocuksunuz la daha, hayatınızda bir tek çocukların acımasızlığı var canınızı yakabilecek. Sözünü tartmadan söyleyebilme cesareti, umarsızlık. O bile dürüstçe, aklına ilk gelivereni söylersin, sonra pufff... Beraber öğrenmek hayatı... Oh ne ala memleket.

Bir de erişkin evliliğine bakalım. Evlenmeyi geçtim ilişkiye bakalım. Neler düşünüyorsun ilk?

Acaba benden hoşlandı mı, yoksa derdi sadece bacak arası mı?


Fakir olsam yine de beni sever miydi?


Hayatı boyunca hiç kuaföre gitmemiş bi kadın olsam yine de peşimden gelir miydi?


14 Şubatta o tek taşı almasam yine gerine gerine tutar mıydı elimi?


Bir gün evlenir miyiz acaba?


Acaba beni aldatır mı?


02 Ocak 2010 Cumartesi, Ankara

Bilkentsel Dönüşüm


Donusumler vardir, insanin hayatinda bir adim daha ilerlemesiyle, o adimla birlikte paket program icerigi olarak gelen. Biz de ladina lise denen ergen cehenneminden cikip bir baska ergen cehennemi olan universiteye adim attik. Ama baslik bilkentsel, hatta bilkentin namina yarassin diye ingilizce bir title (!) da ekledim yanina, Kafka'ya selamlar olsun.

Klasiktir, universiteye baslarsin, onundeki isim ne olursa olsun ilk yapacagin sey kendi ortamini hazirlayip sosyallesmektir. Ister inek ol, ister kuru gurultu, ister caylak ol, istersen de ortam pici, kendi capinda bir ortam hazirliyorsun. Cevrene senin gibileri doldurup onlarin arasinda sivrilme cabasi icine giriyorsun. Kimi zaman bu bir disi icin, kimi zamansa not icin oluyor ama sonucta oluyor. Universitenin adindan bagimsiz dedim ya hani, hakikaten ister Sutcu Imam, ister Bilkent fark etmiyor. Sonrasinda okudugun bolumle de ilintili olarak daha saglikli cinsel tecrubeler yasamak adina kendine hedefler belirliyorsun. Eger optimist geri zekalinin tekiysen bu senin icin asla ulasilmayacak hedefler oluyor ve suratinin cografi tanimi obruk platosundan oteye gitmiyor. Ha yok pessimist sapsalin tekiysen, hedef de seni hedef olarak belirlese bile beceriksizligin yuzunden tek fark edebildigin gulumseme aynadaki suretin oluyor. Oportunist hiyarin tekiysen hedef beklentilerini minimuma cekip iki bacaginin arasinda tercihine uygun uzvu bulunduran herkesi hedef belirliyor, ne duserse kasigima diyerek bekliyorsun. Adam olamiyorsun o ayri... 1, 2 (kimileri icin bu son durak tabii), 3 derken son sinifa da geliyor eger biraz sansliysan yasina anlam katacak olan sevda kollarinda, diploman imzalanmasi icin rektorun masasinda bekliyorsun. Bir yandan cvni renkli gostermek icine yapilan anlamsiz aktiviteler, bir yandan ekonomik krize direnip is arama cabalari, is bulamazsam diye arastirilan master programlari falan derken kafana kepini, omuzlarina cubbeni, eline diplomani cekiyorlar. Elveda universite, hos geldin yeni adim.

Su ana dek anlattiklarim universite fark etmeksizin her universiteli gencin 4 yillik surec icerisinde genel olarak yasadiklari. Tabii kimi zaman ekstrem vakalar da olabiliyor, okuldan atiliyorsun, ayrilmak zorunda kaliyorsun vs. vs. ama cogunlugun yasadigi olaylar benim anlattiklarimdir. Iste herhangi bir universitede bu rutini renklendirmek adina bahar senliklerinde cozutmak, gunesi gorunce cimlere serilip gitar resitali icra etmek, degisik kopya yontemleri ile okul tarihine adini yazdirmak ve benzeri aktiviteler icine girdigin de oluyor ama onlar bile bir rutin. Inanmiyorsaniz acin Eksi Sozlugu bakin, sizi nasil genellemisler gorun.

Basliktan mutevellit burada Bilkentin farklarini anlatmami bekliyorsunuz, eh o halde bu kadar laga luga yeter. Daha oncesinde elime kuru boyalari aldigimdan beri ozel okullarda okumanin getirdigi rahatlikla, Bilkente ilk geldigimde "n'oluyo lan" demedigimi ifade etmek isterim. Yani zenginligin bonusu olarak gelen bir cok absurdluk benim icin normaldi, gormedigim seyler degildi. Bana asil absurd gelen Istanbul ile Ankara arasindaki 550 kilometrenin populer akimlar uzerindeki inanilmaz etkisiydi. Bizim ortaokulda yaptigimiz esprilerden tutun da kiyafetlerimize kadar hepsi Bilkent'te hala hakimdi. Bilsem o esprilere zamaninda o kadar gulmez, kotayi bugunlere de saklardim vallahi. Iste bu husustaki donusumum Darwin'i utandirircasina eskilere donerek oldu. Yani tamam 90'larin cocugu olarak 90'larin sarkilariyla hala eglenebilmem dunyanin her yerinde normaldir ama ayni sey kiratsiye urunlerinde de gecerli olmamali yahu. Kapitalizm adamim, onlari coktan tuketmis olmaliydik biz ya!

Ikinci buyuk donusum sosyal yasam bazinda oldu. Yani ben ilkokuldayken bile haftasonu geldi mi gece 2'den once uyumazdim. Ortaokuldayken gun fark etmeksizin arkadaslari toplayip sokakta, herhangi bir mekanin dekorasyonu altinda olmadan alkol tuketerek ya da tuketmeyerek eglenmenin doruklarinda yasardik biz. Havasindan mi suyundan mi bilmem burada apartman golgelerinde, sokak koselerinde icilmiyor. Yani icilebilmesi gereken Bestekar'da bile teyzenin biri cama cikip cirlayabiliyor. Oysa Ankara'da insanlar mekanlara cok bagimli. Ozellikle de Bilkent'te. Insanlarin sosyallesebildigi en acik ortam evlerinin balkonlari. Eh biz de buna ayak uydurduk dogal olarak, neticesinde sosyallesme tek basina yapilabilen bir sey degil. Bu 5 senelik surec sonunda yazlikta sahilde kumlarin uzerinde oturamaz oldum. Uzuvlarim koreldi. Darwin buna ne derdi bilmiyorum ama onun da suruncemede kalacagi kesin.

Sosyallesme hayatima da ket vuran Bilkent, icraatlerini bir baska alanda, okul anlayisimda da degistirdi. Ozel okul sisteminin oncelikli olarak odev, proje ve sunumlara dayali oldugunu, boylelikle daha presentabl insan yetistirildigini hali hazirda Bilkent'ten onceki egitim hayatimda da gormustum. Bu kadar buyuk capta olmasa da okuma odevleriyle daha once de hasir nesir oldum. Bir term papera benzemese de daha once de yuklu odevler hazirladim. Ancak tum bunlari yaparken hak ettigim notu da aldim ben. Hocalarim da beni daha yakindan tanidilar. Hatta diyebilirim ki 12 sene ayni kampuste okuyunca cok yavsak iliskilere de sahip oldum hocalarimla. Ama bunlar disariya cikip hocalarla 2 tek atmaktan da oteye gecmedi. Burdaysa durum baya farkli, yani ogrencilerle ogrenciler arasindaki romantik iliskileri degil hocalarla ogrenciler arasindaki romantik iliskileri takip eder olduk. Sunum yapmak icin tahtaya ciktigimda x hocanin gozdesiyle nasil flort ettigini gormekten gina geldi arkadasim. Beraberinde gelen spekulatif soylemler de cabasi. Yani ben hocalarimin nisanlilariyla, kocalariyla yasadiklari sorunlari cok dinlemistim ama, hocalarima o arabayi hangi fakultenin ogrencisi idiotun aldigini hic dinlememistim acikcasi.

Butun bu edinimlerin olumlu katkisi da oldu tabii. Burada bir nevi "Sex and the City" hayati yasarken, masumlasmak ve ozumu bulabilmek adina aileme sigindim. Hic bu kadar yakin olmamistim onlara. Onlara goreyse hic bu kadar akli basinda gozukmemistim. Allah razi olsun demeden gecemeyecegim.

Ha bir katkisi da siyasi goruslerime oldu. Belki de okudugum bolumun de etkisi buyuktur ama ben hic bu kadar farkli goruslere sahip adami ayni ortamdan keyif alirken gormemistim. Yani 70'lerin sonunda yasasak birbirini satirla bicecek zekaya ve goruse sahip adamlar Coffee Break'de kolkola oturabiliyorlar. Bunun beynimdeki hosgoru bolgesinde salgilanan hormon seviyesine olan katkisini hayatta yadsiyamam. Neticesinde Bilkent'in kucuk bir prototipi olan bir okuldan da gelsem, en az 7-8 yil boyunca ayni ortamda egitilip ehlilestirilmenin bir sonucu olarak, cevremdeki herkesin cekirdegi ayniydi, sadece karakterler bunu ifade etme bicimimizi degistiriyordu. Burada cekirdekler farkli, ifade bicimleriyse oldukca medeniydi. Yani en azindan turk standartlarinin uzerindeydi. Ayrica, okulumun bana sundugu isinin ehli egitimciler sayesinde de sadece teoriyi degil birinci agizdan anektodlarla pratigi de ogrendim. "Van minut"le dalga gecerken sadece ingilizce konusabilme yetileri degil, ayni zamanda diplomasinin nasil olmasi gerektigine dair edindigim fikir de baya baya baskindi. Tabii kendi gorus ve ideolojilerimi de gelistirdigimi eklemeden gecemeyecegim. Okulda verilen felsefe bazli siyasi egitim sagolsun insan birbirinin kopyasi fikirlerden daha kolay siyrilip kendi hayal gucunu kagida dokebiliyor.

Bunlarin disinda elbette benim de bir ask hayatim oldu, ki kendisi baya parabolik bir grafige de sahip-ti. Bilkent'in ayaklarima sundugu secim sansi ve ogretilmis caresizlikten baska bir sey olmayan maymun istahliligim olmasa bugun bulabildigimi gene bulabilir miydim bilemiyorum. Kader, kismet, mukadderat edebiyati pek bana gore degil. Yolumu bu yonde cizmeseydim bu durakta bu kadar uzun sure kalamazdim sanirim. Yolum Bilkent'ten, Ankara'dan gecmeseydi ve hatta arada Amerika'ya dusmeseydi kesinlikle bulamazdim, bulsam bile sehir farkindan oturu ilgilenmezdim bundan adim gibi eminim. Ama iyi ki ilgilenmisim ve iyi ki yolumu bu sekilde cizmisim. Ve hatta bu yolda yururken takildigim taslara bile iyi ki takilmisim diyorum zira bu kadar sorun yasayip hala japon bilim adamlarini bile kiskandirircasina bu kadar guzel kenetlenmis bir cift olamazdik.

Ve iste butun bu anlattiklarimin neticesinde degistim, degistik, degistirildik. Bana simdilik iyi olmus gibi geliyor. Ama eger ki profesyonel yasama adim atip Buyukdere Caddesi'nde oradan oraya kosusturan biri oldugumda canim yanarsa, canina okurum Bilkent! Haberin olsun!


06 Nisan 2009 Pazartesi, Ankara

Eğitim ve Ekonomi


PISA 2000 için ilk sonuçlar olan 2001 (OECD, 2001a) ve 2003 (OECD, 2003c), belirli sonuçlara yoğunlaşmış tematik raporlar yayınlandı. PISA 2003 değerlendirmesi iki cilt halinde sunuldu: Learning for Tomorrow’s World: First Results from PISA 2003 (OECD, 2004) ve Problem Solving for Tomorrow’s World - First Measures of Cross-Curricular Competencies from PISA 2003 (OECD, 2004d). 2003ün ilk 6sı şöyle: Matematik 1. Hong Kong 550 2. Finland 544 3. South Korea 542 4. Netherlands 538 5. Liechtenstein 536 6. Japan 534 Edebiyat 1. Finland 543 2. South Korea 534 3. Canada 528 4. Australia 525 5. Liechtenstein 525 6. New Zealand 522 Bilim 1. Finland 548 1. Japan 548 3. Hong Kong 539 4. South Korea 538 5. Liechtenstein 525 5. Australia 525 5. Macau 525 Problem çözümü 1. South Korea 550 2. Finland 548 2. Hong Kong 548 4. Japan 547 5. New Zealand 533 6. Macau 532 2006nın ilk 20si ise şöyle: Matematik ------------------ Bilim ---------------- Edebiyat 1. Taiwan ---------------------- Finland ----------------- South Korea 2. Finland -------------------- Hong Kong -------------- Finland 3. Hong Kong ----------------- Canada ----------------- Hong Kong 4. South Korea ---------------- Taiwan ------------------ Canada 5. Netherlands ---------------- Estonia ----------------- New Zealand 6. Switzerland ----------------- Japan ------------------- Ireland 7. Canada ------------------ New Zealand -------------- Australia 8. Macau --------------------- Australia ---------------- Liechtenstein 9. Liechtenstein ------------ Netherlands ---------------- Poland 10. Japan ----------------- Liechtenstein ---------------- Sweden 11. New Zealand ---------- South Korea --------------- Netherlands 12. Belgium ------------------ Slovenia ------------------- Belgium 13. Australia ---------------- Germany -------------------- Estonia 14. Estonia -------------- United Kingdom -------------- Switzerland 15. Denmark -------------- Czech Republic -------------- Japan 16. Czech Republic -------- Switzerland ----------------- Taiwan 17. Iceland -------------------- Macau ---------------- United Kingdom 18. Austria ------------------- Austria -------------------- Germany 19. Slovenia ------------------ Belgium ------------------- Denmark 20. Germany ------------------ Ireland -------------------- Slovenia Uluslararası Eğitim Karnesi (1995) (13-year-old's average score, TIMSS Trends in International Math and Science Study, 1995) Countries:---- Global rank ----- Maths ---- Science ----Score Rank ---------Score Rank
Singapore -----------1 -----------643 -------- 1 ------------ 607 ---------------1
Japan 2 605 3 571 3
South Korea 3 607 2 565 4
Czech Republic 4 564 6 574 2
Belgium (F) 5 565 5 550 11
Hong Kong 6 588 4 522 24
Bulgaria 7 540 11 565 5
Netherlands 8 541 9 560 6
Slovenia 9 541 10 560 7
Austria 10 539 12 558 8


Third International Math and Science Study, 2003)
Countries: -----Global rank -------- Maths ---- Science -----Score Rank -------- Score Rank
Singapore---------- 1 ------------ ---605 --------- 1 ------------ 578 --------------- 1
Taiwan 2 585 4 571 2
South Korea 3 589 2 558 3
Hong Kong 4 586 3 556 4
Japan 5 570 5 552 5
Netherlands 7 536 7 536 9
England 10 498 18 544 7
United States 12 504 15 527 11
Malaysia 18 508 10 510 21
Italy 23 484 22 491 22




moraliniz mi bozuldu? hiç değilse yatırım yapmaya değer ülkeler arasındayız :)

Nisan 2009, itibariyle MSCI Barra değerlendirmesine göre gelişmekte olan 22 pazar:


Brazil
Chile
China
Colombia
Czech Republic
Egypt
Hungary
India
Indonesia
Israel
Malaysia
Mexico
Morocco
Peru
Philippines
Poland
Russia
South Africa
South Korea
Taiwan
Thailand
Turkey


Country - ---GDP 90 $ ------ GDP 07 $ ---GDP* -- Population 90 -- Population 07 ---GDP**
Turkey -150,676,182,560 -- 487,552,008,716 -- 7.15% --- 57,344,544 ----- 74,876,697 ---- 5.48%

* GDP growth annualized
** GDP per capita growth annualized

bu da böyle tek başınayken pek bir sevimli canım :))

Did you know there was a heaven called Turkey? Home of Tolerance...


Probably the most disasterous week in the whole year is this week, at least for Turkey. While you are reading this note, millions of people try to deal with the flood in the Marmara region, as far as now 21 people died, 1 is missing only in Istanbul, 10 died in the Trakya region. Probably by the end of this week the number of the loss will reach up to 50. Not only the flood, but also the opening towards Kurds has strated to give birth to new incidents. Up to now, we have 8 martry and 11 on casualty list. 6 bastards from the PKK terrorist organization have died during the incidents.

Not really long time ago, just this summer a 5 year old girl died while playing in the backyard due to the flood in Artvin. As far as I know, 8 people died because of the flood in the Blacksea region. However, even though we have these examples of the death related with the lack of precautions, in Mugla, an electricity distribution company cut off 53 trees which are 30 year old at least. They did it just not to change the location of 5 poles.

Are these enough? Nope, just a moment ago, I watched some idiots pirating the missing stuff of people trying to deal with the flood.

So here comes the question, why don't we do something for our country, which is going downwards day by day? The answer is easy, NOTHING HAPPENS TO TURKS... Well, it is really true that we are though enough to deal with every kind of disasters, at least somehow we manage to continue living everyday despite of our profiting leaders. But isn't this the whole reason to change everything? Nope, TURKS NEVER ACT UNTILL THE LAST MINUTE...

Well, I'm sick and tired of hearing these kinds of news everyday. The martry is even enough to start acting but thanks to the architect of our last constitution, nowadays people can't act, because they are not thinking, they are just obeying to continue spinning the wheel of ignominy. Despite of the badluck, Turkey manages to climb the ladder in the technology. Forget about what you saw about Asimo, just come and visit Turkey, we have 70 million robots to obey. Citizen90 is the most advanced robots in the whole history of High-Tech...

Yes, once upon a time Turkey was even more better than heaven with all its beauty in every corner of the land, but today, we are all wet and dead...

But still, come visit us, Turkey welcomes you...


09/09/2009, Wednesday, Ankara

Mezun olmak istemiyorum çünkü...

... hala mezun olunca ne bok yiyeceğimi bilmiyorum. Millet oturmuş alestir kpssdir kasıyor bense çocukluğuma dönmek istiyorum.

... okul hayatıma doyamadım. Bi 6 sene daha versinler istiyorum.

... sorumluluk almak istemiyorum. Şimdikiler bile yeterince ağır geliyor.

... tembellikten vazgeçip android gibi çalışmak istemiyorum.

... ertesi günkü sınava önemsizmiş muamelesi yapıp, pokere devam etmek istiyorum.

... hali hazırda herkesten duyduğum iş, aş, evlilik gibi meselerle uğraşmak istemiyorum.

... yarasa gibi yaşamaktan memnunum.

... Ankara'da aşık olmak hala güzel geliyor, bir kez daha denemem lazım.

... İstanbul'un o iğrenç kalabalığına, aile terbiyesinden nasibini almamış insanlarına, kültür mozaği diye anılan çöplük mozağine tekrar dönmek istemiyorum.

... Bebek Starbucks yerine İşletme Starbucksta kahkahalar eşliğinde içilen kahve bana daha çok keyif veriyor.

... Mayfest'e katılmak için üstümden izin almak, yalanlar, mazeretler uydurmak zul geliyor.

... İstanbul'daki odamda kıyafetlerimi sığdırabileceğim bir dolap yok.

... yurda giriş saati sınırsızken eve giriş saatinin akşam yemeği saatiyle sınırlı olması sinir bozucu.

... kep törenine bile katılamadan mezun olacağım.

... daha öğrenmem gereken en az 2 dil var.

... daha gezilecek çok fazla ülke var.

... hırkamı çöpe atmaya hazır değilim.


Ama mezun da olmam gerekiyor çünkü, lanet olsun lan hepiniz birer birer mezun oluyorsunuz! Ne olurdu sanki hep ikinci sınıfı yaşasaydık (:

Çatışma

Her yıl özellikle yaz aylarının sonlarına doğru gazetelerde ülkemizi ziyaret eden turistlerin bizi nasıl değerlendirdiğine göre yazılmış haberler çıkar. İnternet teknolojilerinin geliştiği, herkesin yazar olup fikir ve önerilerini yayımlayabildiği çağımızda ise benzer eleştiriler daha da olumsuz bir yapıya bürünmekte. İsim vermeyeceğim, bu yazıyı Sonisphere festivaline iştirak eden sanatçılardan birinin bloguna ithaf ediyorum.

Bahsi geçen beyler anladığım kadarıyla yurdum insanının temizlik alışkanlıklarından ve terör anlayışından çok rahatsız olmuş. Tabii etraflarında her daim bir danışman yer almadığı için gözlemlerinin eksik bilgiye dayalı olması bana normal geldi. Neticesinde deodorantların ülkem için neden en iyi tercih olmadığını anlaması için önce ülke genelinin ne tür bir gelir seviyesine sahip olduğunu bilmesi gerekir. Ortaöğretim seviyesinde 3 çocuk okutmak adına oda servisi görevlisi olarak çalışan hanım teyzenin sene başında devlet okulunda dahi katkı payı adı altında bir haraca maruz kalmadığını bilmeden, hanım teyzemizin kokuyor olabileceği ihtimalini değerlendirmek çok kolay. Ya da daha bir kaç hafta önce terörün şehir içlerine dek indiğini, söz konusu terör örgütünün de medyada adını duyurmak adına festivale gelen yabancı sanatçılara bile saldırabileceğini bilmeden durumu komik olarak nitelendirmek daha da kolay.

Söz konusu yazıdaki anektodları okuyunca, her yıl çıkan haberlerde duyulan "turist kazıklıyoruz" diye özetlenebilecek başlıklar da aklıma gelmedi değil. Tarihten hatırladığım kadarıyla zamanında dünyanın geri kalmış bütün ülkelerini söğüşlemeyi kendine şiar edinmiş batı devletlerine mensup ırklar, şimdilerde tatil yaptıkları cennet bahçelerinde turistlere haksız fiyat uygulamaları olduğundan muzdarip açıklamalar yapıyorlar. Demokratikleşme ve çağı yakalama derdindeki bu izafi olarak az gelişmiş ülkelerin vatandaşları ise, tıpkı bir zamanlar onların yaptığı gibi daha fazla kazanma peşindeymiş gibi geliyor bana. Ne oldu, merkantalizm birden o anlı şanlı tarih kitaplarınızdan fırlayıp gerçek hayatınızın ortasına düştüğünde ürkütücü mü geldi? Zamanında gelişim adına sömürülmüş ve hakkını ne yaparsanız yapın teslim edemeyeceğiniz kesim de ürkmüştü sanki.

Küreselleşme adı altında 6-7 yüzyıldır harita üzerinde kuzey batı dışında kalan bütün ırklara kendi kültürlerini aşılamaya çalışan, bir eli yağda bir eli balda milletlere mensup insanlar; tatil için yiyip içip sıçmak istediklerinde kendilerince haksız bir muameleye tabi olduklarında ne kadar da mahçup hissediyoruz kendimizi değil mi? Oysa bana sadece yüzyılların ödeşmesi olan bir hak aramadan farksız geliyor. Taksicilerimiz kendinden olanı değil de, kendinden olmayanı dolandırmak suretiyle kazıklar hep. Bunun altında düşüncesinden ziyade, "söğüşlenecek kaz buldum""biraz da biz kazanalım" düşüncesinin yattığını fark etmek bu kadar zor olmasa gerek.

Çok daha fazla örnek bulunabilecek, derinlemesine irdelenebilecek bir konu ama ve lakin çok da uzatmamak lazım. Özetlemek gerekirse, etme bulma dünyası. Evet, karma is a bitch. Ve sadece deniz kağlumbağalarının tükenen neslini korumak dünyadaki adaletsizliği gidermeye yetmiyor. Neticesinde nesli tükenen hayvanların bile en büyük sorunu sosyal adaletsizlik.