22 Mart 2011 Salı

Bir Erkekle İlk Buluşmada Yapılmaması Gereken Trilyon Şey (İstiklal bağlayamayınca biz de bağlayamamış sayıldık)

Geçenlerde oturup İstiklal Akarsu kardeşimizin konuyla ilgili bir yazısını okudum ve hatta üşenmedim bir de french oje ve paperdoll'un düetini bile okudum. Anladım ki benim bloga da ekmek çıkar bu yazılardan, güzel bir taslak hazırladım. Yalan lan ne taslağı, hayatım boyunca düzenli olmadım ben, ödev yaparken bile hazırlamam taslak; şimdi mi hazırlayacağım. Her neyse yazımızın konusu başlıkta da okunabildiği üzere kızların ilk buluşmada sakınması gereken hal ve davranışlar, konuşmalar ve hatta kıyafetler; ve iddia ediyorum mekanlar (Taslak işini de çaktırmadan çıkardık aradan, konuyu böldük paragraflara).

Herhalde ilk buluşmada aman vajinam penise doysun, aman zevkten zevke koşayım tribine girmeyeceğinizi artık biliyorsunuzdur. Büyük riskler almayı seçin kızlar, küçük değil. Ve ilk buluşma heyecanıyla beyninizin perspektif noktasının ambale olacağını unutmayın. Gerek yok yani, iki gün bekle ya nedir, düz duvara mı tırmanıyorsun sanki. Hem tanıdığın nerden çıkacağı belli olmaz, bu uğurda çok bacımızı kurban verdik, adı çıktı kaşara inmedi sosyal yetenekleri güçlü hatuna. Hem senin gibiler yüzünden erkekler karıya kıza da doydu mnkym, eskisi kadar naz yapamaz olduk heriflere.

Dikkat ediyorum hatunların genelinde ilk buluşmada hesabı gacırt diye geçirteyim de bana verdiği kıymeti anlayayım tribi var. Ne kıymeti annem, hani sevgi emekti, hani saygı insanın üzerine yakışanı giymesiydi. İlk buluşmada 200 lira gelen hesapla adamın sana verdiği kıymeti değil anca maaşının yarısını nasıl yediğini anlarsın. Diğer buluşmaları da Burger King'de geçirmeye mahkum bırakırsın kendini. Ha ama tabii şirketin patronunu ayarttıysan o başka, geçir gacırt diye. Patronlar kalleştir, işçiler kardeştir; al herkesin intikamını. Yine de fazla abartmamakta fayda var, hem adamcağız düşünür "zaten süslü bu karı; ilerde buna para mı yetişir" diye.

Zamanla beraber teknoloji de değişti, ilk buluşmayı ordan burdan duyurmak da moda oldu. Şimdi sakin ol ve elindeki o i Phone'u yavaşça çantana koy. Fourquare'den mekanın majorı olabileceksin sanki, bırak, duyurma ve saçma sapan tanıdıklar görüp rezil rüsva olma riskini göze alma. Hele Twitter; aman diyeyim, sapığın nerden çıkacağı belli olmaz ve hatta karşındaki tweetlerini bile okuyabilir. Yapma böyle şeyler canım kardeşim, bırak bi gizliliği bi mahremi olsun; sana özel bir adam istiyorsan size özel bir ilk buluşma olsun.

Ha bir de ilk buluşmada çifte randevu olayına girenleri görüyorum ara ara, manyak mısınız? Amacın buluştuğun elemanı mı tanımak yoksa kankanı ona mı tanıtmak? Bak sonra çok ağlarsın adam kankana gidip yazdığında, gelir bana sorarsın nasıl kurtulacağım bu olaydan diye. Kanırta kanırta gülerim ben de, salyalar akıtırım üstüne ve bir yandan da "geri zekalı" diye isterik isterik dalga geçerim.

Neler yapmayacağını anladıysan bir de neler konuşmayacağını değerlendirelim. Tabii ki bacağındaki selülitleri hangi LPG merkezinde yok ettiğini anlatmayacaksın adama, ya da götünde başında çıkan son çıbandan bahsetmeyeceksin. O gün kuaförde nasıl saatler geçirdiğini de söylemeyeceksin. Yani bunlardan bahsedecek kadar salaksan da bahset mnkym, herif ikincisi için aramasın da bizim de önümüz açılsın. 

İlk buluşmada futboldan bahsetmek kadar tehlikeli bir şey yok. Hele ki sen hayatı boyunca tribün görmemiş naif bir kız çocuğuysan. Adamın holiganlık boyutlarını bilemezsin ve hatta tuttuğu takımı bile bilmiyor olabilirsin, gerek yok böyle şeylere. Ufaktan ufaktan ağzını ara, baktın çizginiz aynı önde o zaman konuş. Ama geceni bu konu üzerinde şekillendirme; yazık günah adam bilmese de olur Fener için operayı nasıl şevkle şakıdığını.

Siyaset de konuşma mümkünse. Evet, karşındaki Ergenekon iddianamesini hazırlayan bir savcı olmayabilir ama pekala benim gibi siyaset bilimini meslek olarak edinmiş, bunun eğitimini almış ve hali hazırda ailesi dolayısıyla doğuştan sosyal bilimci gelen bir adam olabilir. Siz böyle "ay Tayyip de çok rerörerö, bence Kılıçdaroğlu çok şeker bi adam" türünde yorumlar yaptıkça biz bu işe yıllarını adayanlar, her final döneminde bu uğurda kıçından kan anldıranlar uyuz oluyoruz size. Mnkym ben senelerimi vereyim, onlarca lirayı heba edeyim, saçlarımı sınav kağıtları üzerinde bırakayım sen gel koskoca literatürü bana 2 dakika içinde özetlemeye çalış, oldu şekerim. Ya da tam tersi; sen çok hakimsindir konuya ama adamda tık yoktur, hem adamı hem kendini seçim mitinginde tribine sokarsın. Bırak bunlar zamanla olacak şeyler, adam senin hayata bakış açını ve hatta insanlığa karşı olan sorumluluk hislerini bilmeden tez ve antitezlerini bilse ne fayda.

Müzik konuş, sinema konuş, resim konuş ve hatta flash mobların ne kadar sanatsal olduğundan bile bahset ama sakın ola seviyeyi Spartacusdeki sikiş sokuş sahnelerine getirme. Manyak mısın lan, adamın gözünde iflah olmaz bir nemfomanyak olduğunu bilmesine gerek yok. Hele ki gözünde BDSM sahneleri ya da seninle yapabileceği orgy hayallerini canlandırmasına hiç gerek yok. Zamanla gösterirsin bu hipomanik ve hatta şizofren yüzünü.

Ha bir de her şeyi konuşma; ikinci ve hatta üçüncü buluşmalara da konu kalsın. Zorlama esprilerin ve prova edilmiş muhabbetlerin ne derece boktan bir şey olduğunu referans yazılarda yeterince iyi ifade etmişler zaten, tekrar o konulara girmek dahi istemiyorum. Bak ben bu yazıyı bile spontane yazdığım için keyifli, ne o öyle Oscar almak için sahneye çıkmış artis tripleri, Yozgat'taki halanlara da selam gönderseydin bari.

Ve en önemlisi giyim kuşam, makyaj ve saç detayları. Öyle kuaföre gidip kuş yuvası topuzlardan yaptırma. Gittiğiniz yer teyzengillerin düğünü değilse mantıksız yani. Teyzengillerin düğününde bile öyle topuzlar yaptırma ya 368 yaşında mısın sen? Güzel bir su dalgası ya da fön her zaman turnayı gözünden vurur. Saçlarına deli danalar gibi sprey de sıktırma ve hatta krepe de yaptırma. Adamcağız şöyle bir okşamak istese eli saçında kalmasın; geri zekalı romantik komedi filmi çekmiyoruz burda, o triplere gireceksen de kaliteli yapımlardan feyz al azıcık.



Götünü başını da öyle adamın gözüne sokarcasına açma. Zaten ortalıkta dekolteliyim diye gezinenlerin %90'ı o dekoltenin dozunu kaçırıyor, arabaya binerken frikik vermeyeyim diye maymuna dönüyor. Üstüne üstlük mekana girdiğinizde herkesin sana "aa delirmiş ayol bu" bakışı atmasının ya da erkeklerin "her türlü gideri var" pozlarına girmesinin bir anlamı yok. Dikkat dağıtmaktan başka bir işe yaramıyor. Bırak adam belinde gamze olduğunu ya da memelelerinin arasından kaburgalarının sayılabildiğini kapalı kapılar ardında keşfetsin. Efendi gibi giy kotunu, kelebek camı gibi ufak bir dekolte veren bluzunu; çık. Ayakkabı konusuna hiç girmiyorum; üçüncü kalite Rus orospuları gibi bir zevke sahip değilsen ne giyilebileceğini öğrenmiş olmalıydın bu yaşa kadar.

Son olarak mekana da değinelim. Öncelikle adama hangi semtte nasıl bir mekana gideceğinizi buluşmadan önce sor. Asmalımescitte bacak yırtmacı olan kadife straplez bir elbise ile arzı endam eylemenin bir anlamı yok. Yine aynı şekilde SuAda'ya tophaneye gelirmiş gibi halat ipli eşofmanlarla gitmenin de bir anlamı yok. Sonra salak gibi kırk saat hayıflanır, özgüvenini kaybeder, debelendikçe de itin götüne girersin adamın gözünde. Ha bir de baktın adam seni baya baya Burger King'e götürmenin peşinde, Starbucks'tan alacağınız iki lattenin hesabını yapıyor kaç ordan. Anneannen mi komaya girer, kankan trafik kazası mı geçirir artık bilemiyorum ama kaç. Cimri adam; adam değildir benden söylemesi.

16 Mart 2011 Çarşamba

Neden Nükleere Karşıyız?

Dünya 60 yıldır nükleer enerji peşinde koşuyor, üzerine oyunlar yapılıyor, diziler ve filmler çekiliyor. Felaketler yaşanıyor ama kimse iyi mi ya da kötü mü karar verebilmiş gibi görünmüyor. Sizi bilmem ama ben çocuklarımı ve torunlarımı bu topraklarda güven ve huzur içinde yetiştirmek istiyorum. Belki 20 yıl öncesinin mis kokulu domateslerini, normal domatesin iki katı fiyata alacaklar; organik tarım tüketiminin en önde bayrak sallayan neferi olacaklar belki de memur maaşıyla genetiği kurcalanmış ne idüğü belirsiz sebzelerle yetinecekler. Bu sadece her ne kadar yürütme ve yargıyla da bol bol haşır neşir olsalar da tek görevi diplomatik temsil ve yasama olan siyasilerimizin göreviymiş gibi görünse de; soyumun gelecekteki sağlığını bugünden çalmaya kalkanlara dik bir duruş sergilemek ve engel olmak da benim görevim. İşte vatandaş olarak bu asli görevimi yerine getirmek için yazacağım sonraki satırları. Japonya'da olanları gördünüz, Çernobil'i Rusya'yla beraber yaşadınız demeyeceğim. Bunlar artık herkesin dilindeki cümleler. Amacım biraz da olsa objektif bakabilmek. Nihayetinde çocuklarımın sağlıklı olmasını istediğim kadar, varlık içinde yaşamalarını da istiyorum. İşte bu yüzden artısıyla eksisiyle değerlendirmem gerek durumu. Enerji mühendisi değilim, bir santral nasıl kurulur hiç anlamam ama anlatan makalelere danışabilirim. Ve ben de bunu yapacağım.

Nasıl ki İkinci Dünya Savaşı esnasında tarafların yürüttükleri askeri silah projeleri büyük bir gizlilik içinde yapıldıysa, nükleer enerji santrallerinin de hikayesi aynı. Hiroşima ve Nagazaki'de yaşanan şoku; 90'larda Çernobil'de şimdi ise Japonya'da yaşananlar aynı. Dünyada bir çok ülke nükleerden faydalanıyor, mevcut reaktör sayısı 436. Hali hazırda 13 ülkede 56 reaktörün yapımına devam ediliyor, bunlardan 12 tanesi ise 20 yıldır inşaat halinde. 20 yıldır inşaatı bitmeyen reaktörlerden kıllanmak bir yana, bir de üzerine AB'nin nükleer enerji protokolleri var. Bir reaktörün yapılabilmesi için bütün üyelerin olumlu oyu şart. Mantıken İngiltere'de kurulacak bir reaktör Romanya'yı etkilemeyebilir ama dünyadaki genetik anomalileri ve kanser vakalarını da sadece beslenme ve hava kirliliğine bağlamak da abesle iştigaldir. En azından benim için körlük ve aptallıkla eşdeğer.

Bir reaktörden yılda 25-30 ton atık çıkıyor, dünyanın genel toplamı ise 200 bin ton. Bunların sadece 80 bin kadarı yeniden işlenebiliyor ve geriye kalanının nerelere gömüldüğü, ne şartlarda saklandığı ise devlet sırrı niteliğinde. Rahatlıkla denize ve havaya karıştığından kıllanabilirsiniz. Görünürde çok temiz olan bir evin arka bahçesinden balya balya çöp çıkması gibi bir durum da söz konusu olabilir. Hele ki atıkları taşımanın ve saklamanın maliyetleri düşünülürse. Üstelik sadece bir kişinin hatası yüzünden yaşanabilecek felaketler de cabası. Örnek ister misiniz? Buyurun buradan yakın.


Bir de ekonomik veriler var. Mantıken 436 reaktörün dünyadaki en azından elektrik giderlerinin büyük bir yüzdesini kapsamasını beklersiniz. Neticesinde milyarlarca dolara mal olan bu reaktörler, insan ve çevre sağlığını bu derece tehdit edebiliyorsa en azından ekonomik olarak iyi bir alternatif olmalıdırlar. Oysa işin rengi pek de öyle değil, %15 gibi bir rakamdan söz ediyoruz sadece elektrik konusunda. Genel enerji tüketimininse sadece %6,5'u. Ulaşım ve ısınma konusunda hiçbir faydası olmayan nükleerin katkısı bu kadar az, riski ise o kadar fazla ki. Spesifik olarak ülkemiz için düşünürsek tablo daha da vahim, sözde Ruslar'a karşı olan enerji bağımlılığımızdan kurtulmak için Rus işadamlarına Mersin/Akkuyu'daki santralimizin ihalesini veriyoruz, üstelik Ruslardan aldığımız gazın %50'sini konutlarda ısınma amaçlı kullandığımız halde. Özetle nükleerin doğalgaz kullanımıza doğru düzgün bir faydası yok, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'mızın öngörülerine göre bize faydası sadece %4'lük olacak, o da 2020 yılında. Oysa az biraz tutumlu ve tasarruflu bir millet olsak; enerji ihtiyacımızın %10-15 kadarını harcamayacağımız da istatistiki verilerle kanıtlanmış. Yani bu halkın enerji tüketimini ucuzlatmak için radyasyona ihtiyacı yok, eğitilerek etkili enerji tüketmeyi öğrenmesi gerek. Yenilenebilir enerjiden söz etmiyorum bile.


Diyelim ki hiçbir kaza ve sızıntı yaşanmadı. Tehlikesiz olduğunu mu sanıyorsunuz? Almanya'daki Krümmel santrali civarındarındaki alanda yaşayan çocuklar bunun tam tersini kanıtlıyor adeta. Gerçekten çocuklarınızın hayatı bu kadar ucuz mu? Üstelik bu ülkede daha doğru düzgün tazminat hakları bile yokken, tazminat fiyatları hukukumuzdaki "sebepsiz zenginleşme" ilkesi yüzünden komik fiyatlarda seyrederken. Sizi bilmem ama ben çocuğum için dünyaları verebilir, paramı her kuruşuna kadar harcayabilirim. Ama bunları yaparken yalnız olmam hiçbir işe yaramaz; gerekirse bir araya gelip birbirimizden güç alarak anlatmalıyız kelamımızı. Çocuklarımızın eğitimi için en başarılı okulları, en güzide öğretmenleri nasıl seçiyorsak; onların refah ve sağlığını doğrudan etkileyecek olan proje ve siyasetçileri de titizlikle seçmeliyiz. Yoksa; Jay Thayer gibi adamlar çıkıp suçlarını itiraf ettiklerinde saçlarımızı yolar ve zamanı tersine çevirmenin peşinde imkansız bir çaba sarfederiz.

Almanya'nın 7 santralini birden kapattığı bugünler; nükleeri mutfaktaki piknik tüpüyle bir tutan, radyasyon ve kalıtımsal değişmeleri gaz zehirlenmesine benzetebilen zihinlere bir dur dememiz için en uygun günlerdir. Bütün AB ülkeleri ve ABD bir dizi önlem ve faciayı bertaraf senaryosunun peşinde koşarken bizim Akkuyu'ya körü körüne evet dememiz, bir taraflarımızın kaşınmasından ziyade aptallık ve cahillikten başka bir şey olamaz. Çocukları ve torunları batı memleketlerinde güvenle yaşayan siyasilerin taşıdığı gelecek kaygılarından çok daha fazlasına sahipsen sen de bir adım atmalı, sesini çıkartmaktan korkmamalısın ey okur. Zira kimse sana deniz, göl gibi su kaynaklarının soğutucu olarak kullanıldığı bu santrallerin diğer tüm enerji kaynaklarından daha güvenilir ve ekonomik olduğunu iddia edemez. 

7 Mart 2011 Pazartesi

Dünya Saçını Süpürge Edip Evlat Yetiştirenler Günü

Türkan'ın son bölümünü az önce izledim, bir yandan da masa takvimine bugünün de bittiğine dair çentik attım 2 numero kesik uçlu kalemimle. O esnada telefona Facebook'ta bir arkadaşımın beni dünya emekçi kadınlar günü albümünde bir resime işaretlediğime dair bir bildirim geldi. Yarın yeni bir iş görüşmesine gideceğim ve tek düşünebildiğim ideallerimin peşinde koşarken çocuğumu düşürsem kocamın ne tepki gösterebileceği. Bir sevgilim bile yok ama iş görüşmesi için boyunu kısaltıp Fransız manikürü yaptığım tırnaklarımı kemiriyorum.

Merhaba, ben genetik olarak Türk ve Arnavut ortak yapımı olan bir kadınım. Sosyolojik olarak nereye ait olduğum konusunda ise hiçbir fikrim yok. Halkın büyük çoğunluğu bana zengin orospu demeyi tercih edecektir, az biraz okumuş etmiş olanları ise özgürlüklerinden feragat etmeyi külfet gören beyaz Türk muamelesi yapacaktır. Özgürlüklerimden feragat etmek çok normal bir şeymiş gibi.

Bir kaç aydır, özellikle koca dayağından, toplum baskısından sokaklara dökülerek eylem yapan kadınları gözlemliyorum. Yaz boyunca Galatasaray Lisesi önünde dikildiğimden bir kısmıyla muhabbet etme şansı da yakaladım. Bu kadınlar her şeyden önce tabuları yıkarak birbirlerini hor görmeyi bırakmış, hemcinslerinin içindeki potansiyele inanmış kadınlar. Bense daha çok insanoğlunun çiğ süt emdiğini, kollektivizmin öneminden bihaber yaşayarak acılarına günlük tedaviler uyguladıklarını düşünen insanlardanım. Ha vicdanım bu gidişata seyirci kalmaya elvermiyor ama enerjimi kimlerle paylaşacağımı bile şaşırmış durumdayım.

Aylar önce bu sayfadan ihtiyacı olan bir aileye yardım çağrısında bulunmuştum. Sonrasında olanları ise çok yakın bir iki arkadaşım dışında kimseye anlatamadım, sanırım dünyayla paylaşmam için en ideal gün bugün. Kadının kadına yaptığı kötülüğü erkek kadına yapmaz sözünün altını; cennet anaların ayakları altındadır sözünün üstünü çizer nitelikte bir hikaye.

Baba meydanda yok, ailesini terk edip gitmiş. Anne okuma yazma bile bilmiyor ve 7 yaşındaki kızına bakabilmek için tutunduğu daldan borç alarak geçinmeye çalışıyor. Yurdumun ücra köşelerinden değil, Ümraniye'den bir hikaye bu. İlk duyduğumda dayanamayarak kızın okul masraflarıyla ilgilenebileceğimi düşündüm ve şimdi bu gücü cüzdanımda bulsam da kendi içimde bulamıyorum. Maalesef. Çünkü ortada elimi kolumu bağlayan bir durum söz konusu. Anne; kızının güzel şartlar içinde büyümesini istiyor ama kılını kıpırdatmak istemiyor. Çocuksa önünde hiçbir emsal olmadığı için annesinden farklı olmak istemiyor. Bu durumda da yardımlar, teşvikler gerçekten fayda etmiyor. Kızı; eğitimi için annesinden koparmak tek çözüm gibi görünüyor ancak anne; yaşayan tek akrabası olan kızından vazgeçmek istemiyor, geceleri yalnız uyumak istemiyor. Doğaldır, hakkıdır ama bu da bana bir annenin varabileceği en bencil noktaymış gibi geliyor. Onlara yardım eli uzatanlara sırf başları açık ve bakımlı oldukları için nefretle bakıyor bu anne ve benim de elim kolum bağlanıyor. Diyorum ya, her şeyle mücadele edecek gücü bulabilirim ama bununla değil.

Ne yazık ki, bu hikaye Türkiye'deki kadınların yaşadığı belki de en toz pembe hikayelerden biri. Babanın evi terk edip gitmesi bu kızcağızın tek şansı bile olabilir. Yaşadıkları boşvermişlikten kurtulmak için açılmış bir kapı. Bazılarıysa onlar kadar şanslı bile değiller, babaları hala evde ve onlar görünmeyen zincirlerin, tasmaların boyundurluğu altında yaşıyorlar.

Kimileri ise kırmızı kadife perdelerin ardında aynı tasmalarla yaşıyorlar. Okuyorlar, çalışıyorlar ama toplumun onlardan tek beklentisi anne olmak, çocuk yetiştirmek. Bu ülkede "tıp okuma, senelerce okursun çalışırsın sonra bi bakmışsın evde kalmışsın" baskısıyla büyüyen beyaz Türk kızları da var, güzel mevkilere gelmesine rağmen maaşı kocasından fazla diye işi bırakan beyaz Türk kadınları da. Üstelik bu hikayeler bu coğrafya ile sınırlı bile değil. Kadın sosyolojik evrimini çok hızlı tamamlıyor ve bu evrime ayak uyduramayan kadınlar ya da erkekler oldukları noktada kalmak için ayak diretiyorlar.

Ve bu noktada, "bir kişiyi bile kurtarsam kardır" mantığım maalesef işlemiyor, işleyemiyor. Zamanında babamın telkinleriyle hayallerimden geri dönülmez bir biçimde vazgeçmiş olan ben; daha fazla Engin Ardıç'lar türemesin diye 140 karakterle lanet okuyabiliyorum, Defne Joy'un belki de başka bir kadın tarafından büyütülecek oğlu Can'ı düşünebiliyorum, bir de işte denk gelirsem 3-5 bildiriye imza atıp vicdanımı temizledimcilik oynuyorum. Yapabileceğim tek şey kendi çocuklarımı duyarlı yetiştirmek ama onun için bile önce anne olmam gerekiyor, işte beraberinde 3-5 insana daha katkı sağlarsam ne mutlu bana.

Dünya Emekçi Kadınlar; pardon Dünya Saçını Süpürge Edip Evlat Yetiştirenler Günümüz kutlu olsun.